8 Ağustos 2014 Cuma

BREZİLYA - AMAZONIA - MANAUS 26.07.2014


     


   
Evden çıkıp Manaus’a varmamız toplam 24 saati buldu.THY ile İstanbul-Sao Paolo ve TAM Airlines ile Sao Paolo-Manaus uçuşları bizi hedefimize ulaştırdı. Amazonas eyaletinin başkenti Manaus 2.2 milyon nüfusu ile büyük bir şehir. Portekizli sömürgeciler tarafından 1693 te Rio Negro ve Solimoes nehirlerinin kavuşup Amazon Nehri’ni oluşturdukları yere kurulmuş.1800 lü yıllarda kauçuk toplama ve ihraç etme yüzünden hızla gelişmiş ve bir çok avrupalı göçmen buraya yerleşerek kendi kültürlerini de buraya getirmişler. Ama 1920 lerden sonra Malezya’da daha ucuz ve bol kauçuk toplanması buranın gözden düşmesine sebep olmuş ancak 1970 lerde sanayileşme artınca burası Amazon havzasının ana ulaşım merkezi olmuş. Biz daha önceden internetten tanıştığımız Gero ile havaalanında buluştuk. Bizi ertesi sabah buluşmak üzere otelimize yerleştirdi. Gece 01:00 gibi geldiğimizden hemen uyuduk.  Sabah erkenden Gero ile buluşup tur bilgilerimizi aldık. Ertesi gün tura başlayacağımız için boş günümüzü Manaus’u gezerek değerlendiriyoruz. Otele çok yakın olan Teatro Amazonas ve önündeki meydan en merkezi yeri. 
Akşamları meydanda çeşitli gösteriler yapılıyor konserler veriliyor. Arkasındaki cadde limana kadar uzanıyor ve buranın çarşısı. Gezip bitirdikten sonra karnımız acıktı ve ara sokaklardan birindeki bir lokantaya oturduk ve piranha yemek istedik. Lokantacının oğlu ingilizce konuşuyordu ve bize şehirde piranha bulamayacağımızı, zaten etinin de çok lezzetli olmadığını, yerine pirarucu adlı bir balığı yememizi tavsiye etti. Biz de kabul ettik. Pirarucu’yu belgesellerden bildiğim kadarıyla Amazonda yaşayan en büyük tatlı su balığı. Biraz sonra önümüze beyaz etli bir biftek geldi. Gerçekten çok lezzetliydi. 

, Gencin adı Waldyr. Biz gördüğü ilk Türklermişiz. Ama Fenerbahçe ve Alex de Souza’yı tanıyordu. Bize kahve ikram etti biz de facebook adresimizi verdik. İstanbula yolu düşerse aramasını söyledik. Hesap ta çok uygundu. 2 kişi 26 Real verdik. 1 TL yaklaşık 1 Real gibi. Dinlendikten sonra Manaus limanına doğru yürüdük. Limanda nehrin senelere göre alçalıp yükselmesini gösteren bir tabela vardı.
 En çok 2013 yılında yükselmiş 12 metreye çıkmış. Burada büyük bir balık pazarı vardı. İçerisi öğleden sonra olmasına rağmen hayli canlıydı. Adını bilmediğimiz türlü türlü koca balıkları satırla ayıklıyorlardı. Pirarucu balığının da nasıl ayıklandığını gördük. Temizlenip gömlek gibi yayılıyor ve rulo yapılıp iple bağlanıyor. Dilimlenerek satılıyor. Arka tarafta da sebze ve meyveler satılıyor. Muzlar tepeleme yığılmış alıcı bekliyor. Birçok fotoğraf çektikten sonra taksiye binip tiyatro binasına geldik ve akşamki gösteriye bilet aldık. Kişi başı 30  real. Hava nemden insanın bütün enerjisini bitiriyor. Otele dönüp dinlendik  ve akşam 7 ye kadar  ücretsiz wi-fi den yararlandık. Acıkınca tiyatro meydanında bir pizzacıya gittik. Pizzalar güzel ama ilginç olan burada hemen her restoran hatta tekel büfelerinde bile piyanist şantörden saksafoncuya kadar her türlü müzisyen şarkılarını söylüyorlar. Brezilyalıların hayatında müziğin çok büyük yeri olduğunun kanıtı. Pizzacıdaki müzisyenleri bırakıp bilet aldığımız konsere gittik. Umduğumun aksine çok eğlenceli geçti. İmbauba adlı 4 kişilik bir grup etnik çalgılarla muhteşem bir konser verdiler.
Ertesi gün Gero’nun bürosuna gittik. Burada kamp boyunca beraber olacağımız Yunanlı Sotiris, Avustralya’dan Mikail, Çin’li Yang ve Hu, İtalya’dan 6 kişi ile beraber yola çıktık. Önce limana gidip bir tekneye bindik ve  iki nehirin birbirine karıştığı bölgede fotoğraf molası verdik. Rio Negro’nun suyu gerçekten simsiyah. Diğeri ise sütlü kahve gibi ve ikisi birbirine karışmıyor. Nedeni de Rio Negro’nun yoğunluğunun fazla olmasıymış. Asit oranı da diğerine göre fazla olduğu için diğeri kadar canlı yaşayamıyor. Hatta sivrisinek bile yok. Ama diğer tarafta ne ararsan var. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra tekrar karaya çıkıp bu sefer minibüse biniyoruz. 2 saate yakın yol alıp patika bir yoldan geçerek karanın bitimine geliyoruz ve bu sefer kanolara biniyoruz. Yarım saat de orman içinde ilerliyoruz. Artık yön duygumuzu yitiriyoruz ve haritaların göstermediği bir yerlerde Ararinha jungle hotel’e varıyoruz. 

Küçük bir iskele,8 tane kulübe ve bir adet iki katlı yemekhane binası. Üst katında 20 yataklı ortak kullanım alanı. Elektrik kısıtlı. Günde 1-2 saat geliyor. Makinaları şarj etmek için. Biz biraz fazla ödeyip bir kulübede kaldık.  Saat 1 gibi öğle yemeği yeyip kano ile ilk gezintiye çıktık. Nehirin geniş kısmında hızla ilerlerken birden sağanak yağmur bastırınca nehir kenarındaki tahta evlerden birine kendimizi zor attık. Bir mutfak ve bir salondan oluşan tahta evde eşya olarak ikili bir koltuk ve kocaman bir müzik seti var. Ev halkı bir nine,bir karı koca ve 7-8 çocuk. Biz rahatsız etmemek için fazla içeri girmedik ama biraz sonra bir termos kahve ile gelen evin hanımı bizi mahçup etti. Biz de yağmur dinene kadar çocuklarla oynadık. Onlara kulağa fiske atmaca ve sonra da pantolon indirmece öğrettik.


 Yağmur durunca kanoya binerek giderken çocuklar hala birbirlerinin şortlarını indirip kahkahalarla gülüyorlardı. Uzunca bir zaman ilerledik ve rehberimiz Kobra (adı Adeni ama kendisine Kobra denmesinden hoşlanıyor) bize bir çok kuş türü işaret etti. Sık sık şahin ve iguanaya rast geldik.Sonra sık ağaçların altına doğru girerek bir müddet te orman içinde devam ettik. Yağışlı sezon olduğundan toprak parçası yok gibi.Sular 12 metre yükselmiş. Üzerimiz tamamen ağaçlarla kaplı ve sık ağaçlarların arasında ralli yapıyoruz. Kobra  bize saklanmış hayvanları işaret ediyor. Ara,makav papağanları; tukanlar;adını bilmediğimiz bir çok kuş türü koro halinde ötüyor ve ormanın havasını sonuna kadar solumamızı sağlıyor. En sonunda da ağaçların yüksek dallarında kıpırdanmalar oluyor ve bir grup makak maymunu daldan dala atlayarak geldikleri gibi kaybolup gidiyorlar. 2 saate yakın gezdikten sonra geri dönüşte gün batımı manzaralarından hepimiz büyülenmiş  gibiyiz. 

Ara yollardan büyükçe bir göle çıkıyoruz. Kobra buranın isminin Arara gölü olduğunu söylüyor ve bize suya ellerimizle vurmamızı, baaaa diye ses çıkarmamızı söylüyor. Biz de hem gülüyoruz ve hem de sesler çıkartıyoruz. Bir müddet sonra etrafımızda 5-6 tane pembe yunus beliriyor. Burada onlara boto deniyor. Fazla yaklaşmadan onlar da bizi inceliyorlar. Hava kararınca kampa geri dönüp hazırlanan akşam yemeğinin ardından hemen uykuya çekiliyoruz. Bu arada yağmur kısa aralıklarla yağıyor ve rutubet had safhada ıslanan eşyalar asla kurumuyor.
Ertesi gün saat 5 te kalkıp trekking için kano ile biraz gidip karaya çıkıyoruz. Sık ağaçların arasında ve çamurun üzerinde  sivrisineklerle mücadele etmek ayrı bir yetenek istiyor. Korbra bize ağaçlardan nasıl ilaç yapıldığını, hangi ağacın ne işe yaradığını anlatıyor. Bazıları 
gerçekten hayret verici. Bir ağacın kabuğunu bıçakla deşiyor ve akan sütü hep beraber tadıyoruz. Aynı bildiğimiz süt gibi. Yürürken yerdeki bazı deliklere dal parçaları sokup içerideki tarantula örümceklerini çıkartıyor ve fotoğraf çekmemiz için hayvanla oynuyor.



 Birtakım dalları sallayarak üzerindeki yaprakları tek tek açarak nasıl çatı malzemesi yaptıklarını anlatıyor. Bazı ağaçların diplerinde karınca yuvaları var. Bu ağaçları biraz kazıyınca parmak büyüklüğünde karıncalar sinirli şekilde dışarı çıkıyor ve evlerini korumaya çalışıyorlar. Fazla kızdırmamak lazım çünkü çeneleri kocaman ve çok kuvvetli. Yürümeye devam ediyoruz ve bir ağacın dibindeki hindistancevizi tohumlarını toplayıp kırıyor ve içindeki beyaz larvaları yememiz için bize ikram ediyor. 

Sotiris çekinmeden hemen birini ağzına atıp yutuyor ve herkes ona iğrenerek bakıyor. Bu arada sivrisinekler her yerimizi şişirmekle meşguller. Bunlardan nasıl kurtuluruz diye sorduğumuzda Kobra bizi bir ağacın başında topluyor ve ağaçtaki minicik karıncaların kendi üzerine geçmesi için ağacı tutuyor. Biraz çoğalınca da ellerini ovuşturarak karıncaları öldürüyor ve yayılan kokunun sivrisinekleri kaçırdığını söylüyor. Tabi kurtulmak için biz de deniyoruz ve hayretle işe yaradığını görüyoruz. Yaklaşık 2 saat ormandaki haşerata kendimizi sunduktan sonra kanoya geri dönüp turu sonlandırıyoruz.
Öğle yemeğinin ardından kanomuza binip biraz mesafe alıyoruz ve aralara girip Kobranın önderliğinde oltalarımıza et parçaları takıp piranhaları beklemeye başlıyoruz. Teknik çok basit. 2-3 ısırıktan sonra oltayı hızla kaldırıyorsunuz ve o korkunç diye beynimize işlenen piranhalar avucumuzun içinde. Ama gerçekten dişleri jilet keskinliğinde. 2 saat uğraştıktan sonra ufakları suya geri bırakıp yenebilecek büyüklüktekileri 10-12 tane piranha ile geri dönüyoruz.
 Hemen aşçı kadına teslim ediyoruz ve 10 dakika sonra balıklar kızarmış ve soğan dilimlerinin arasında servis edilmiş halde masamızda. Gayet lezzetli ve bir çırpıda bitiyor.  Herkes kendi yakaladığının ne kadar büyük dişleri olduğundan bahsediyor.  
Akşam yemeğinin ardından gece kano ile Cayman timsahlarını yakalama turumuz başlıyor. Kobra kanoyu nehir kenarındaki nilüferlerin içine sürüyor ve el feneriyle etrafı tarıyoruz. Kısa bir süre sonra bir çift kırmızı göz otların arasında fenerlerin ışıklarına takılıyor ve Kobra yavru timsahı bir çırpıda boynundan eliyle yakalıyor. Sudan çıkan ve ışıklardan serseme dönen timsah yavrusu elden ele gezerek çekilen fotoların flaşlarından uyuşmuş gibi duruyor. Ama geri salmak için elimi biraz gevşetince inanılmaz bir çeviklikle ellerimin arasından suya balıklama dalıyor. Bu muhteşem yaratığın biraz önce ellerimin arasında olması garip bir his. Korku ve hayranlık bir arada. Unutulmaz dakikalar hızla geçiyor ve gece turumuz da sonlanıyor. Herkes timsahın çabucak bulunmasına çok memnun çünkü ağır rutubetli havada sabah 5 ten beri oradan oraya gezinmek ve sivrisineklere yem olmak tüm enerjimizi tüketmiş. 

Gece restorana dönüp mum ışığında ilginç sohbetler ediyoruz. Değişik ülkelerden bir çok gezgin ile yollarımızın bu ormanın ortasında kesişmesi ve herkesin birbirine ilginç hikayelerini anlatması çok zevkli.Benim yarım ingilizcem de muhabbetin daha komik olmasına katkı sağlıyor.  Bu sohbetlerde insanlar tanıştıkça daha da yakınlaşıyoruz.Tabi içilen caipirinha’ların da katkısı büyük. Geceye ara verip sabah erken kalkmak için hemen yatıyoruz. Odalarda cibinlik var ama zaten ısırılmadık yerimiz yok ve yorgunluktan hemen uykuya dalıyoruz.
Sabah kahvaltı sonrası kanomuza atlayıp civarda yaşayan tembel hayvanları aramaya gidiyoruz.Kanonun en önünde oturan Kobra, pala ile yolu açarak ilerlememizi sağlıyor. İki saate yakın bir zaman aradıktan sonra tembel hayvan bulamadan dönerken Kobra son bir yer daha olduğunu söylüyor ve bir süre de oralarda geziyoruz ve sonunda ağaçlardan birinin en uç dallarında bir tanesine rastlıyoruz. 15 dakika uğraştıktan sonra net bir fotoğrafını çekemeden dönüşe geçiyoruz. Dönüş yolunda bir çok farklı kuş türü görüyoruz. Doğa burada gerçekten çok zengin. İlk geldiğimiz gün acemilikten bunun farkında değilmişiz ve kamuflajın orman canlılarının en büyük savunması olduğunu yeni fark ediyoruz. 


Kamp alanına döndüğümüzde bizim kulübenin bahçesinde bir aguti (dev bir fareye benzeyen hayvan) ağaçlardan düşen meyveleri atıştırıyor. İki tane tukan ağaçlara konup birbirlerine kur yaparak ötüyorlar. Bizdeki kargaların yerine bir tür akbaba burada çöpçülük yapıyor. Kulübenin trabzanlarında elektrik kablosu sandığım şeylerin termitlerin yaptığı tüneller olduğunu görünce hayretler içinde kaldık. Her türlü böcek kuşlar ve kertenkeleler tarafından avlanıyor, bu eşsiz tabiatın ortasında insan kendini belgesel kameramanı gibi hissediyor.
Öğleden sonra bazı arkadaşlarımızı Manaus’a geri yolladık ve Mikail ile beraber kanoya atlayıp farklı bir istikamete doğru yol alarak bu sefer kapuçin maymunlarının bölgesine geldik. Burası daha önce gittiğimiz bölgelerden farklı ve manzaralar nefes kesici. Kürek şıkırtısı eşliğinde ve çeşitli kuş sesleri içinde aheste bir şekilde ilerlerken birden önümüzdeki ağaçların dalları sallanmaya başlıyor ve uzaktan 4-5 tane kapuçin maymunu merakla bizi izleyip sürekli uzaklaşıyorlar. 



















        10 dakika kadar onları takip edebiliyoruz ve güzel fotoğraflar çekiyoruz. Bu süre içinde sivrisinekler de boş durmuyor ve pantolon ve tişortların üzerinden bile ısırmaya devam ediyorlar. Kampa döndüğümüzde herkes kızamık çıkaran çocuklar gibi. Akşam yemeği saati geliyor. Bu arada yemeklerden bahsetmedim. Hepimizin yiyebileceği türden ve balık,tavuk,makarna,pilav,fasülye,salata ve farklı meyvelerden oluşuyor. Doyana kadar yiyebiliyoruz ve bizim damak tadımıza çok uygun. Aşçı kadınların her öğün hazırladıkları meyve suları da enfes. Mesela Kaju adlı bir meyve dolmalık biber görünümünde ama tadı da malta eriğine benziyor. Yemekten sonra Kobra ve Mikail ile derin bir dini sohbete giriyoruz. Kobra bize İsayı ve incili savunuyor biz fazla iyi olmayan ingilizcemizle muhabbete hmm-hmm olarak katılırken Mikail bir anda Kobranın kafasını allak bullak edecek bir konuya giriyor. İncilin Bizans kralı Konstantin tarafından İznik’te yeniden yazıldığını ve artık tanrının kelimeleri olmadığını falan anlatıyor. Uzun muhabbetler sonucu biz aradan sıvışıp kendimizi kulübeye atıyoruz.
Sabah son kahvaltımızı yapıp nehir kenarındaki tahta evlerde yaşayan bir aileyi ziyarete gidiyoruz. Tahta evde tahtadan başka bir şey yok gibi. Ama kocaman bir müzik setini görünce bu insanların müzik olmadan yaşayamayacağını  anlıyoruz. Bir kadın ocağa fasülye koymuş pişiriyor. 4-5 tane çocuk ta biraz mahsun şekilde bir köşede oturuyorlar. Bizi görünce saklanmaya çalışıyorlar. Kobra bu ailenin çok zor geçindiğinden bahsediyor. 


Biz de getirdiğimiz kıyafet ve ayakkabıları onlara bırakmak üzere Kobraya teslim ediyoruz. . Evin arka bahçesinde bir de çamurdan futbol sahası var ve iki genç topla oynuyor. Ben de onlara katılıp bir kaç şut çekiyorum ama çamurda kayıp düşünce günün konusu oluyorum. 
Bahçedeki palmiye ağaçlarından birine tırmanan gençlerden biri ağacın Asai denen meyvelerinden bir kucak dolusu getiriyor. Kobra da çocuk gibi sevinerek üzüm taneleri gibi koca salkımları kapıp kanoya atlıyor ve biraz uzaktaki bizim kanonun sürücüsünün kulübesine gidiyoruz. Karısı ve iki kız çocuğu bizi çok güzel karşılıyor. Asaileri kaynatmak için hemen kazana atıyorlar. Taş gibi sert bu meyvayı kaynatıp ezerek suyunu çıkarıp içiyoruz. Öğlene kadar bu farklı kültürün insanlarıyla beraber olup ayrılırken kızlara yanımızda getirdiğimiz nazar boncuklu bilekliklerden hediye ediyoruz. Artık geri dönüş vaktimiz geliyor. Öğle yemeğini de yeyip kamptakilerle ve Kobra ile vedalaşıp geldiğimiz şekilde tekrar Manaus’a dönüyoruz.Burada da 3 günümüz var. 




Akşam yemeği için uygun bir yer ararken bizdeki marmaris büfe tarzında bir yere rastlıyoruz. Teatro Amazonas’ın arkasındaki Eduardo Ribeiro caddesiyle kesişen 24 de Maio sokağının köşesindeki Scina Dos Sucos, 50 çeşit karışık meyve suları ve çok çeşitli sandviçleri ile harika bir mekan. Fiyatlar da gayet makul. Duvardaki menülerden rastgele  seçebilirsiniz. Hepsi harika.


Ertesi günü Manaus Hayvanat Bahçesine ayıralım dedik ama 1 saatte gezip bitirdik. Gerçi çok çeşit yoktu ama doğal otramda göremediğimiz Anakondalar ve Jaguarları görmek bize yetti. 

211 no.lu belediye otobüsü Tiyatro binasından  hayvanat bahçesine kadar 15 dakikada götürdü. Otobüs bileti de 2,75 real. Biraz pahalı. Burada işimiz bittikten sonra dünya kupasının bazı maçlarının da oynandığı yeni yapılan stadyumu Arena De Amazonas a gittik. İçine giremedik. Maç ta yoktu. 


Dışarıdan fotolarını çekip sıcaktan kaçmak için yakınlardaki bir alışveriş merkezine kendimizi attık. Burada hem yemek yeyip hem de klimalı ortamdan faydalanıyoruz. Akşama kadar vakit geçirip otele döndük. Yanımızda getirdiğimiz ton balığı konserveleriyle karnımızı doyurup dinlendikten sonra tiyatro meydanına çıktık. Bu akşam meydan bir hayli kalabalık. Önce ayakkabılarına yay takmış bir grup genç, müzik eşliğinde zıplayarak gösteri yapıyor. Yerel TV kanalları da onları çekiyor. 20 dakika kadar süren gösteri bitince hemen arka tarafta iki gitarist harika bir konsere başladı. Banklarda yer bulup konseri dinlemeye başladık. Kalabalık hep bir ağızdan şarkılara eşlik ediyor, ortam süper. Konser bitince köşedeki dondurmacıdan bize methedilen Asai’li dondurmadan birer büyük top alıyoruz. 1 top 9 real, yani pahalı sayılır. Ama daha ilk tatmamız dondurma keyfinin sonu oluyor. Buranın en popüler meyvesi hiç bizim damak zevkimize göre değil. Soğuk diye bir yudum daha zorluyoruz ama hayır yutulacak gibi değil. Dondurmalar yanaşan sokak köpeklerine güzel bir ziyafet oluyor. Vakit geçtikçe havanın neminden oturduğumuz yerde su gibi oluyoruz ve otele geri dönüp yatıyoruz.
Son günümüzde Gero’nun bize ayarladığı günübirlik tekne turu için erkenden kalkıyoruz. Saat  8 de Milton adındaki rehberimiz bizi alıp şehrin batı yakasındaki bir limandan güzel ve süratli bir tekneye bindiriyor. Manaus köprüsünün altından geçerek iki nehrin buluştuğu yere geliyoruz. Burada suya atlıyorum. Teknedeki diğer insanlar da beni görüp gaza geliyor. Su çok acaip bir his veriyor. Bir taraf çamur gibi renkte ve soğuk, diğer taraf ise simsiyah ve daha sıcak. Bu arada nehrin genişliği de bizim İstanbul Boğazının 2-3 misli. Yarım saat kadar yüzüp tekneye çıkıyoruz. Yolumuzun üstünde Amazonda yaşayan en büyük tatlı su balığı olan Pirarucu (Arapayma) çiftliği var. Burada dev balıkları büyüklüklerine göre havuzlara ayırmışlar. En büyüklerin olduğu havuza geliyoruz. 



















  Kalın sopaların ucundaki iplere 10-12 cm lik balıklardan bağlıyoruz ve piraruculara doğru indirdiğimizde bu kocaman balıkların yemi kapışmaları ve suyun dışına atlamalarını izlemek harika. İpte kanca olmadığı için yemi yedirip yenisini bağlıyoruz. Bolca fotoğraf çekip yolumuza devam ediyoruz. 
Öğlen yemeği için birkaç tahta evin olduğu bir bölgeye geliyoruz. 



Tekneyi yanaştırdığımız iskelenin karşısında irice bir cayman timsahı bizi izliyor.Yemek faslının ardından nehir kenarindaki evlerden birinde bir aileye misafir oluyoruz. Ailenin evcil hayvanları var. Biri 7-8 yaşlarında ,diğeri de 12 yaşlarında   iki kız çocuğu bizi karşılıyor. Kucaklarında birer tembel hayvan var. Hayvanları bize veriyorlar ve biz de bu sevimli yaratıklarla fotoğraf çektirirken kızlar birden kocaman bir Anakonda yılanını getirip boynuma asıyorlar. Onunla da bolca eğlendikten sonra küçük kız yavru bir cayman timsahı getiriyor.  


Sanki oyuncakmış gibi bu hayvanlarla oynuyoruz. Sırayla evirip çeviriyoruz. Evcil de olsa bu yaratıkları elimizde tutmak garip bir duygu. Tembel hayvanlar müthiş sevimli, boynunuza sarıldımı uzun turnaklarından kurtulmak pekte kolay değil. 

Onlarla vedalaşıp tekneye atlıyoruz ve yaklaşık 45 dakikalık yorucu ve sallantılı bir yolculukla epey uzak koylardan birinde yaşayan bir yerli kabilenin olduğu köye geliyoruz. Burada 4 etnik grup yaşıyormuş ve her kabilenin farklı dili var ama nüfusları sürekli azalıyormuş. Hatta bir kabileden sadece bir abi ve kız kardeş kalmış ve birbirleri ile evlenemedikleri için kaybolup gitmişler. Köyün ortasında kocaman çatılı bir ev var. Bizi orada ağırladılar, tanrıların bizi koruması için şarkılar söyleyip danslar ettiler ateşler yaktılar, şefleri de bir yandan bunların anlamlarını bize anlattı. Tabi turistik gösterilere dönüşmüş bu seramoniyi bitene kadar izlemek zorunda kaldık. Ayıp olmasın diye sattıkları kolyelerden de aldık. 5 realden zarar gelmez. 


Vedalaşıp geri dönüşe geçiyoruz ama yolumuzun üzerinde son bir yer daha var. Burada boto dedikleri pembe yunus çiftliği. Küçük bir koyda pet şişelerden yapılan şamandıralarla çevrili bir kulübeye geliyoruz. Mayolarımız zaten üzerimizde. Hemen suya atlayıp çember oluyoruz, bakıcı elinde bir balıkla ortada bekliyor ve ortada karanlık suyun içinde hemen hareketlenme başlıyor. Ortada 3 tane yunus beliriyor ama bunlar bizim bildiğimiz yunuslara hiç benzemiyor. Burunları leylek gagası gibi ince uzun, sırt yüzdeci yerine de garip bir kambur var. Boyları da 1,5 metre kadar.


 Ama oyunculuk aynı. Balığı kapmak için sudan dışarı çıkınca Milton fotoğraflarımızı çekiyor. Her ne kadar bu tip yunus çifliklerini tasvip etmesem de yapacak bir şeyim yok. Fotoğraflar çok güzel. Yem balıklar bitene kadar oynuyoruz ve bu eğlenceli turun sonu geliyor. Akşam yemeğimizi gene Scina Dos Sucos ta yiyoruz.Yemekten sonra arka sokaktan yüksek müzik sesleri geliyor.Oraya doğru yürüyünce yolların kapatılmış ve ortaya dev bir sahne kurulduğunu görüyoruz. Sokağın başındaki eski bina restore edilmiş ve açılış için büyük bir kalabalık toplanmış. Sahnede de harika bir orkestra müzik yapıyor. Saksafon ve trompet sololar bizi hayran bırakıyor. 
Daha sonra orkestra yerini DJ performansına bırakınca bize de otelin yolu gözüküyor. Gün yorucu geçti.
Ertesi gün erkenden kalkıp son alışverişlerimizi yapıyoruz. Birkaç hediyelik ve tropik meyve alıp otelden çıkış yapıyoruz ve bu güzel tatilimizin uzun ve yorucu geri dönüşü başlıyor.