Göbeklitepe ile ilgili yazıya nasıl başlayacağımı bilemedim ama kısaca söylemek gerekirse günümüzden 12000 yıl önce, İngilteredeki Stonehenge’den 7500 yıl önce ve mısır piramitlerinden 6000 yıl önce buzul çağından hemen sonra, henüz insanoğlu çanak çömlek yapmayı öğrenmemişken ve hatta tarım, insanoğlu tarafından keşfedilmemişken bu bölgede zamanın en büyük anıt yapılarını yapmışlar. Yani bilinen, okullarda okutulan tarih derslerini çöpe atacak bir arkeolojik keşif. Henüz o devirde küçük insan grupları avcılık ve toplayıcılıkla karın doyurmaya uğraşırken bu yapıları yapmak için hangi güçle bir araya gelip bu yapıları yapmışlar ve amaçları neymiş? Ayrıca yaklaşık 2000 yıl bu tapınaklar faal iken ne olmuş ta birden bire üzerleri insanlar tarafından örtülerek terk edilmiş?Bu ve bunun doğurduğu birçok soru 20 yılda henüz yüzde beşi kazılabilmiş Göbeklitepe’nin altında yatmakta. Burayı keşfeden ve 20 yıldır kazıları yürüten Alman profesör Klaus Schimidt de geçen sene vefat etmiş. Ama onun bıraktığı yerden eşi devam etmekte. Geçen ay kendisinin verdiği bir seminere gittik. Klaus Schmidt’in Göbekli Tepe kitabını okuduk. İnternetteki belgeselleri de izleyip soluğu Şanlıurfa’da aldık. Hilton Garden inn Hotele yerleşip hemen karşısındaki Şanlıurfa Müzesine sabah erkenden gittiğimizde kötü sürprizle karşılaştık. Müze taşınma aşamasındaymış ve açılışı 1 ay kadar sonra yapılacakmış. Hayal kırıklığı ile vakit geçirmeden Göbeklitepe’ye gitmek için yola koyulduk. Şanlıurfanın 15 km kuzeydoğusunda, Viranşehir Mardin yolundan Göbeklitepe tabelasını görene kadar gidiyoruz. Bu kavşakta tabeladan daha iyi gözüken; T şekilli Göbeklitepe taşları. Taşlardan sola dönüp anayoldan sağa girerek köy yolundan tabelaları takip ederek yaklaşık 10 dakikada Göbeklitepe kazı alanına ulaşıyoruz. Giriş bölümü inşa halinde ve burada büfe ve hediyelik dükkanları bulunacak. Tahta trabzanlı yürüme parkuru çok güzel yapılmış. Ancak geçici olarak yapılan çatı içerideki görüşü büyük ölçüde engelliyor. Yenisi için Almanya dan para hazırmış ama bürokrasimiz sağolsun bekleniyor. Biz geliyoruz ve bu mevsimde hiç yağmayan yağmur yağmaya başlıyor. Giriş ücreti 5 TL. Görevliler ile beraber koşturup gelen bekçi köpekleri o kadar oyuncu ki sanki sahipleri bizmişiz gibi yanımızda dolaşmaya başlıyorlar. Yağmurun en güzel yanı bizden başka kimseler yok.
Çatının altına girince ( T ) dikilitaşları incelemeye başlıyoruz. Ama kararmış hava yüzünden ışık yetersiz ve ayrıntıları seçmek çok zor. Günümüz çimento karışımına benzer bir pürüzsüz taban (terrazzo taban) üzerine oval şekilde kondurulmuş 12 adet (T) şeklinde dikilitaşların ortasında yanyana 2 adet daha büyük yaklaşık 5-6 metre yükseklikte (T) dikilitaşlar var.Bu (T)lerin herbirinde farklı vahşi hayvanlar kabartma olarak o kadar güzel işlenmiş ki 12 000 sene önce ve metal aletler henüz yokken sadece çakmak taşları ile yapılmış. En çok tilki, yaban domuzu, boğa, turna, leopar, yılan, örümcek kabartması var ve hepsi de saldıracakmış gibi bir pozisyonda duruyor.(T) ler de insanı tasvir ediyor.(T) nin üst kısmı insan başı ,altı ise gövdesi. Yanlarda kabartmadan yapılmış kollar ve önde bel hizasında elleri görmek mümkün. Bel kemerinden sarkan tilki postu da kıyafeti tamamlıyor.
En alt katmandaki tapınak ile üst katmandakiler birbirinden farklı ama temel hepsinde aynı. Yağmur ve rüzgar şiddetini arttırınca yarın tekrar gelmek üzere buradan ayrılıyoruz. Ama günün yarısı daha bitmedi.Buraya kadar gelmişken Harran'a gitmemek olmazmış. 40 km. lik yolu 20 dk.da geçip surları görünce duruyoruz. Bu arada yanımıza bir araba yanaşıyor ve içerideki genç bize kartını uzatıp rehberlik teklif ediyor. Biz de buralar hakkında kısayoldan bilgi edinmek için teklifi kabul ediyoruz. Vakit kaybetmeden kümbet evlere gidiyoruz. Bu evler UNESCO dünya mirası listesine girmiş ve koruma altında.
Kerpiçten yapılma evler hakkında genel bilgileri aldıktan sonra Harran kalesine gidiyoruz.Surların bir parçası gibi gözüken iç kale Babiller zamanından kalan Sin Mabedini de içinde barındırıyormuş. Tadilat olduğundan içine giremedik.
Buradan Harran Üniversitesine gidiyoruz. Tarihteki ilk üniversite olarak bilinen yapı MS 700 lü
yıllarda doruk noktasına çıkmış, daha sonraki Moğol akınlarında tamamen yıkılmış ve şimdiki hali perişan. Burada gene neolitik çağa ait kazılar da yapılmış ama rehberimiz bunu anlatmak yerine bize Hz.İbrahim'in evini gösteriyor. Buradan da merkez çarşıda bir lokantaya gidip karnımızı doyuruyoruz ve akşam üzerine doğru Şanlıurfa ya dönüyoruz.
Balıklıgöl buranın kalbi. Efsaneye göre tek tanrılı semavi dinlerin ilk peygamberi Hz.İbrahim putperestliği reddedip halkı tek tanrıya tapmaya çağırınca, Babil kralı Nemrut kendisini ateşe atarak öldürmek ister ve bugünkü Urfa Kalesinden mancınıkla aşağıdaki büyük atese atar ama Allah tarafından ateş bir göle döner, yanan odunlar da içindeki balıklar oluverir. Nemrutun kızı Zeliha da peşinden kendini dağdan aşağı atar ve ikinci göl olan Aynzeliha gölü oluşur. Göllerin bulunduğu caminin adı Halil-ür Rahman.Aynı zamanda Hz. İbrahim'in doğduğu mağara da burada. Burası hem müslümanlar,hem hıristiyanlar hen de museviler için kutsal bir mekan. Durmak bilmeyen yağmur burada da devam ettiğinden çok fazla gezemiyoruz ve kendimizi çarşıya atıyoruz. Yemek olarak ciğerciler çoğunlukta. Daha sonra baharatçılar ve kuruyemişçiler ağırlıklı olarak sıralanıyor. Biz de biber salçası ve pul biberlerden alıyoruz. Esnaf genelde iyi ve canayakın. Hava kararıncaya kadar gezip acıkınca daha önceden tavsiye edilen Sembol Restorana gidiyoruz. Burası gerçekten kebapları, ikramları, ve garsonları ile standardın üzerinde. Etler Gaziantep lokantalarıyla yarışacak düzeyde. Garsonlar hızlı ve canayakın. Tuvaletleri de tertemiz.Karnımızı doyurduktan sonra günün yorgunluğunu atmak için otele dönüyoruz. Ertesi gün erkenden kalkıp merkeze 50 km. uzaklıktaki Atatürk Barajına gidiyoruz. Fırat nehri üzerinde yapılan ve dünyanın 5. büyük barajı olan Atatürk barajı 1992 yılında çalışmaya başlamış.Ana yoldan 2 km. kadar tepeye tırmanıp seyir noktası tabelasının önüne park ediyoruz.
Seyir noktası piknik alanına dönüşmüş ve Malatya'dan gelen kalabalık bir grup manzaranın güzelliğine aldırmadan yanlarında getirdikleri yiyeceklere yumulmuşlar. Biz de foroğraf çektikten sonra yanımızda getirdiğimiz simitleri çay eşliğinde götürdükten sonra Şanlıurfaya geri dönüyoruz.Daha doğrusu şehir merkezine girmeden çevre yolundan tekrar Göbeklitepe'ye gidiyoruz. Kazı alanına geldiğimizde güneş açıyor ve rüzgar yumuşuyor. Bu sefer diğer platformdan yürüyüp en tepedeki dilek ağacından gezmeye başlıyoruz. Tepeden manzara harika gözüküyor. Tüm ovanın en yüksek tepesi burası. Profesör Schmidt' in burayı nasıl keşfettiğini düşününce kendisini takdir etmemek mümkün değil. Dilek ağacının yanındaki taş yapıların yatır olduğu sanılıyormuş. Hatta ağaca çaput bağlanıyormuş. Bezlerin bir kısmı hala duruyor. Platformları gezerek ana tapınaklara kadar geliyoruz. Bugün güneş daha iyi aydınlatıyor ve çok geçmeden resimlerini gördüğümüz bütün kabartmaları teker teker bulup çıplak gözle inceliyoruz.
Akşama kadar doya doya gezip hava kararmadan Şanlıurfaya dönüyoruz. Uçak saatine kadar biraz AVM de vakit geçirip daha sonra da son kez Sembol Restoranda karnımızı doyurup Göbeklitepe gezimizi sonlandırıyoruz.