Ocak 2006
Hayallerimizin
ülkesi diyebileceğim Küba’ya gitmeye karar vermek bizim için çok kolay oldu. Setur’un
düzenlediği çok uygun fiyatlı bir tur ile rüyamıza doğru Amsterdam aktarmalı
uçuşumuz sorunsuz başladı. Tur rehberimiz Selçuk Küba da ekstra tur
olmaması dolayısıyla hayli üzgün olduğundan uçak yolculuğumuz çok sessiz geçti.
Ama kısa süreli bir panik yaşadık çünkü Amsterdam dan Küba’ya çıkarken bize
uzun incelemeler sonucu vize verdiler. Sonradan anladık ki iyi ki böyle olmuş. Türkiyeden
vize alsaydık bize iki katına mal olacaktı. Amsterdama kadar rahat geçen yol,
aktarmadan sonra komple Hollandalı yaşlı ve sıkıcı yolcularla doluydu ve koltuklar
Kadıköy Pendik minibüslerinin koltukları gibi dar olduğu için hayatımın en
bunaltıcı ve uzun yolculuğunu yapmış bulundum. Ama kafamda Küba’ya ulaşmak
olduğu için moralim
en üst seviyede (yerel saatle) 20.00 gibi Varadero havaalanına indik.
Akşama
doğru adadan ayrılırken klasik eğlencelere katıldım ve 1 şişe Rom kazandım. Dönüşte
yunus şovlarını seyrettik ve akşam salsa… Havuz başında (Nursima
nın rezervasyonu sayesinde ) süper bir gece geçirdik. Ve Varadero dan ayrılma
vakti geldi. Çarşıyı gezerken meyva çekirdeklerinden yapılan kolyelerden aldık.
Şimdi pişman olduğum tek şey o
kolyelerden fazla fazla almamak. Mola
verdiğimiz yerde havada dönen akbabalar ve guantanemera çalan yaşlı kadın
süperdi ve cebimdeki bozukların hepsini verdim. Ama Küba nın en büyük köprüsü
diye baktığım köprünün 5 misli büyüğünün üzerininden her gün geçtiğim halde
neden reklamını yapamıyorum anlayamadım. Kübalı genç bana Atatürk ten bahsettikçe memleketimdeki insanların Atatürk'ü ne zaman anlamak isteyeceğini düşündüm. Neyse Havana National Otele vardık. Birer
Mohito verdiler. La Rampa nın önünden yürümeye başladık. Yanımıza turist
olduğumuzu anlayan adamlar yanaşıyor ve para istiyor ama hiç yüz
vermiyorum. İşte şimdi farklı bir ülkeye geldiğimizi hissettik. La rampa nın
ortasındaki meşhur Coppelia dondurmacısından sıra beklemeden dondurma almak
biraz sevindirici daha fazla da üzücüydü. Kübalılar uzun kuyruk oluşturmuş ama
turistler hemen önden dondurma alabiliyordu. Kazım abiden duyduğum laf aklıma
geldi. Küba da saygı sıralaması şöyle :1-Fidel 2-Polis 3- Turist 4-Tanrı… Vedado
bölgesine doğru yürüyüp devrim öncesi şeker pancarı aristokrasisi tarafından kurulan
şehrin ihtişamlı ama şimdilerde döküntü olmuş villalarını gezdik. National
Museum of decoratives art Yani dekoratif sanatlar müzesini gezerken devrimin
neden yapıldığını daha iyi anladık. Devrimin iyi yanı mutlu azınlığın yok
olması kötü yanı ise mutsuz ve aç çoğunluğun tüm ülkeye hakim olması. Genç
nesilden kime sorsanız Fidel Kasrtro’dan şikayetçi. Çünkü kapitalizm dünyayı
öyle kuşatmış ki herkes Fidel’in ölmesini ve Amerikanın gelmesini bekliyor
gibi. Vedadodan sola doğru uzun bir yürüyüşle Devrim Meydanına ve Jose Marti
anıtının önüne geldik.
Bol bol fotoğraf çektikten sonra coco taksi denen 3
kişilik sarı motorsikletle otelimize geri döndük. Ertesi gün tütün üretimi ile
ünlü Pinar Del Rio ya gittik. Puro fabrikasını ve puronun genç kızların
bacaklarında sarılmadığını öğrendik. Vinales vadisinde tarih öncesi resimler
içeren mağaraları sandalla gezdik.
Akşam da otelimizde Bueno vista social clup
kurucularından Omara Portuondo nun verdiği harika konsere katıldık. Ertesi gün eski
Havana nın arka sokaklarını gezerken önce korktuk çünkü her gören bir şeyler
istiyor kolumdan çeviriyor, ne yapacağımızı şaşırdık ve üzüldük. Zamanla
alıştık. Önünde klasik amerikan arabalarının olduğu Capitolio meydanı en
merkezi yer.
İçini gezdik. Çıktığımızda tiyatro binasının önünde çekilen filmi
izledik. Ucuz puro alma çabalarımız bizi korkuttu. Çünkü arka sokaklara girmek
tehlikeli gözüküyordu. Her an önümüz kesiliyor ve Cohiba satıcıları bizi
tedirgin ediyordu. Meydana çıktığımızda sokak şarkıcısı bizi çok eğlendirdi. Çöp
tenekeleri ve kapaklarından yaptığı garip enstrumanla harika bir şarkı
söylüyordu. Paseo del Prado caddesinden Malecon’a doğru yürürken Dona Blanquita
Paladar (Paladar ın anlamı ev restaurant demekmiş. Kübalıların bir kısmı gelir
getirmesi amacıyla kendi evlerinde yaptıkları yemekleri satıyorlar) da kuru
fasulye pilav ve kızarmış muz ile karnımızı doyurduk. Uzun yürüyüşler sonucu
Ernest Hemigway’in kaldığı Havana’nın en ünlü oteli Ambos Mundos’u gezdik. Gene
bir Hemigway mekanı olan La Floridita Bar’da müzik eşliğinde Daiquiri içtik. Akşam
dans için Miramar daki ünlü casa de la musica ya gittik. Sahne şovları
mükemmeldi. Ertesi gün grupla birlikte Morro Kalesine gittik. Oradaki dükkanda
dünyanın en uzun purosunu gördük ve birkaç tane satın aldık.
Son günümüz gene
eski Havanayı gezmekle geçti. Nursima arka sokaklarda oynayan çocukların
fotoğraflarını çekti. Kilise meydanındaki kafede Bucanero birası içerek ve
guantanamera dinleyerek dinlendik. Santeria büyücüleri ile sohbet ettik. Renkli
giysiler giymiş yaşlı kadınlarla resim çektirdik ve akşamüzeri iyi bir yemek ve
dans edebileceğimiz bir mekan ararken imdadımıza coco taksi sürücüsü Jose
yetişti. Bizi önce Miramar da bir villa restorana (Dona Maricela) götürdü. Tabi
onu da davet ettik. Beraber ıstakoz yiyip bira içtik. Bize yaşam koşullarından
bahsederken Kübalılara yasak olan her şeyi kullandığını gördük. Yemekten sonra
kendisine hediye olarak bütün parfüm ve deodorantlarımızı verdik. O da bizi
Malecon’un arka sokağındaki bir diskoya bıraktı. Salaş bir mekandı ama çalan
salsa ve dans eden Kübalılar bizi kendimizden geçirdi.
Tabi Kübada salsa yapmanın zevkini sonuna kadar çıkardık. Ertesi sabah dönüş için yola koyulduk. Otobüsle tekrar Varadero’ya döndük. Mola yerinde son defa pinacolada mızı içtik.Yine sıkıcı ve uzun bir yolculuktan sonra Amsterdam a indik. 8 saat vaktimiz vardı ve Amsterdamı bir kez daha gezme şansımız oldu. Tabi hava buz gibiydi. Birden rüyadan uyanıp gerçek dünyaya döndük. Yorgun ve uykusuz olmamıza rağmen alışveriş edip bir şeyler içerek zamanı tükettik.İstanbul’a döndüğümüzde yine memleketimiz cennet cennet nidaları yükseliyordu.