14 Haziran 2012 Perşembe

KÜBA


    Ocak 2006
Hayallerimizin ülkesi diyebileceğim Küba’ya gitmeye karar vermek bizim için çok kolay oldu. Setur’un düzenlediği çok uygun fiyatlı bir tur ile rüyamıza doğru Amsterdam aktarmalı uçuşumuz sorunsuz başladı. Tur rehberimiz Selçuk Küba da ekstra tur olmaması dolayısıyla hayli üzgün olduğundan uçak yolculuğumuz çok sessiz geçti. Ama kısa süreli bir panik yaşadık çünkü Amsterdam dan Küba’ya çıkarken bize uzun incelemeler sonucu vize verdiler. Sonradan anladık ki iyi ki böyle olmuş. Türkiyeden vize alsaydık bize iki katına mal olacaktı. Amsterdama kadar rahat geçen yol, aktarmadan sonra komple Hollandalı yaşlı ve sıkıcı yolcularla doluydu ve koltuklar Kadıköy Pendik minibüslerinin koltukları gibi dar olduğu için hayatımın en bunaltıcı ve uzun yolculuğunu yapmış bulundum. Ama kafamda Küba’ya ulaşmak olduğu için moralim en üst seviyede  (yerel saatle) 20.00 gibi Varadero  havaalanına indik.

Pasaport kontrolünde bizim  pasaportları havaya kaldırıp ışığa bakan memurları düşünürken tur rehberimizi görünce halime şükrettim. Selçuğun bavulunu açmışlardı ve hediyelik getirdiği lokumlara garip garip bakan siyahi kadın polisi unutamıyorum. Selçuk da bir yandan buyurun yiyin Turkish Delight falan dese de güzelim lokumlar çöpe gitmekten kurtulamadı. Havaalanından çıkar çıkmaz havanın rutubeti üstümüze yapıştı çünkü biz kışın tam ortasında uçağa binmiştik. Ve üzerimde kışlık kazaklar paltolar vardı.  Kendimi Haydarpaşa dan denizi ilk defa gören Kemal Sunal gibi hissetmeyi atlattıktan sonra otobüsle otelimize vardık. Varadero  turistler için ayrılmış ince bir burundan oluşan harika bir oteller bölgesi. Bizim Kemer belek gibi sıra sıra tatil köyleri var. Odamıza yerleşip hemen uyuduk. Sabah erkenden kahvaltıya indiğimizde jetlag’ın ne demek olduğunun hala farkında değildik. Kahvaltımızı edip hemen kendimizi sahile attık. Pasifik okyanusunda olduğumuzu bilsek de  sanki Heybeliada da denize girecekmişiz gibi hissederek dalgalara kendimizi bıraktık. Heybeliadadan hiçbir farkı olmadığını anlamak çok uzun sürmedi ve aksiyon olsun diye sahildeki katamaran kiralayan çocukla 15 $ a anlaşarak ilk aksiyonumuzu gerçekleştirdik. İyi ki bunu yapmışız akvaryum gibi bir koyda binbir çeşit balıklarla yüzerken ekmek yedirmenin ne kadar tehlikeli olduğunu anladık. Sabahın erken saatlerinde 30 dakika süren bu maceramız bizi motive etti ve Cayo Blanco turuna katılmaya karar verdik. Aslında bu turu extra olarak bizim rehber düzenleyecekti ama  o kadar iyi bir insandı ki o 90 € derken biz aynı turu sahilde 70 $ a bulunca sesini çıkaramadıJ Cayo blanco  ya gitmeden önce şnorkel bölgesinde karayip balıklarına selam verdikten sonra adaya girdik. Hayatımda ilk defa öğlen yemeğini istakoz yiyerek geçirdim. Sahilde harika fotoğraflar çektik. 

Akşama doğru adadan ayrılırken klasik eğlencelere katıldım ve 1 şişe Rom kazandım. Dönüşte yunus şovlarını seyrettik ve akşam salsa… Havuz başında   (Nursima nın rezervasyonu sayesinde ) süper bir gece geçirdik. Ve Varadero dan ayrılma vakti geldi. Çarşıyı gezerken meyva çekirdeklerinden yapılan kolyelerden aldık. Şimdi pişman olduğum tek şey  o kolyelerden fazla fazla  almamak. Mola verdiğimiz yerde havada dönen akbabalar ve guantanemera çalan yaşlı kadın süperdi ve cebimdeki bozukların hepsini verdim. Ama Küba nın en büyük köprüsü diye baktığım köprünün 5 misli büyüğünün üzerininden her gün geçtiğim halde neden reklamını yapamıyorum anlayamadım. Kübalı genç bana Atatürk ten bahsettikçe memleketimdeki insanların Atatürk'ü ne zaman anlamak isteyeceğini düşündüm. Neyse Havana National Otele vardık. Birer Mohito verdiler. La Rampa nın önünden yürümeye başladık. Yanımıza turist olduğumuzu anlayan adamlar yanaşıyor ve para istiyor ama  hiç yüz vermiyorum. İşte şimdi farklı bir ülkeye geldiğimizi hissettik. La rampa nın ortasındaki meşhur Coppelia dondurmacısından sıra beklemeden dondurma almak biraz sevindirici daha fazla da üzücüydü. Kübalılar uzun kuyruk oluşturmuş ama turistler hemen önden dondurma alabiliyordu. Kazım abiden duyduğum laf aklıma geldi. Küba da saygı sıralaması şöyle :1-Fidel 2-Polis 3- Turist 4-Tanrı… Vedado bölgesine doğru yürüyüp devrim öncesi şeker pancarı aristokrasisi tarafından kurulan şehrin ihtişamlı ama şimdilerde döküntü olmuş villalarını gezdik. National Museum of decoratives art Yani dekoratif sanatlar müzesini gezerken devrimin neden yapıldığını daha iyi anladık. Devrimin iyi yanı mutlu azınlığın yok olması kötü yanı ise mutsuz ve aç çoğunluğun tüm ülkeye hakim olması. Genç nesilden kime sorsanız Fidel Kasrtro’dan şikayetçi. Çünkü kapitalizm dünyayı öyle kuşatmış ki herkes Fidel’in ölmesini ve Amerikanın gelmesini bekliyor gibi. Vedadodan sola doğru uzun bir yürüyüşle Devrim Meydanına ve Jose Marti anıtının önüne geldik. 







Bol bol fotoğraf çektikten sonra coco taksi denen 3 kişilik sarı motorsikletle otelimize geri döndük. Ertesi gün tütün üretimi ile ünlü Pinar Del Rio ya gittik. Puro fabrikasını ve puronun genç kızların bacaklarında sarılmadığını öğrendik. Vinales vadisinde tarih öncesi resimler içeren mağaraları sandalla gezdik.



 Akşam da otelimizde Bueno vista social clup kurucularından Omara Portuondo nun verdiği harika konsere katıldık. Ertesi gün eski Havana nın arka sokaklarını gezerken önce korktuk çünkü her gören bir şeyler istiyor kolumdan çeviriyor, ne yapacağımızı şaşırdık ve üzüldük. Zamanla alıştık. Önünde klasik amerikan arabalarının olduğu Capitolio meydanı en merkezi yer. 

İçini gezdik. Çıktığımızda tiyatro binasının önünde çekilen filmi izledik. Ucuz puro alma çabalarımız bizi korkuttu. Çünkü arka sokaklara girmek tehlikeli gözüküyordu. Her an önümüz kesiliyor ve Cohiba satıcıları bizi tedirgin ediyordu. Meydana çıktığımızda sokak şarkıcısı bizi çok eğlendirdi. Çöp tenekeleri ve kapaklarından yaptığı garip enstrumanla harika bir şarkı söylüyordu. Paseo del Prado caddesinden Malecon’a doğru yürürken Dona Blanquita Paladar (Paladar ın anlamı ev restaurant demekmiş. Kübalıların bir kısmı gelir getirmesi amacıyla kendi evlerinde yaptıkları yemekleri satıyorlar) da kuru fasulye pilav ve kızarmış muz ile karnımızı doyurduk. Uzun yürüyüşler sonucu Ernest Hemigway’in kaldığı Havana’nın en ünlü oteli Ambos Mundos’u gezdik. Gene bir Hemigway mekanı olan La Floridita Bar’da müzik eşliğinde Daiquiri içtik. Akşam dans için Miramar daki ünlü casa de la musica ya gittik. Sahne şovları mükemmeldi. Ertesi gün grupla birlikte Morro Kalesine gittik. Oradaki dükkanda dünyanın en uzun purosunu gördük ve birkaç tane satın aldık. 


 Son günümüz gene eski Havanayı gezmekle geçti. Nursima arka sokaklarda oynayan çocukların fotoğraflarını çekti. Kilise meydanındaki kafede Bucanero birası içerek ve guantanamera dinleyerek dinlendik. Santeria büyücüleri ile sohbet ettik. Renkli giysiler giymiş yaşlı kadınlarla resim çektirdik ve akşamüzeri iyi bir yemek ve dans edebileceğimiz bir mekan ararken imdadımıza coco taksi sürücüsü Jose yetişti. Bizi önce Miramar da bir villa restorana (Dona Maricela) götürdü. Tabi onu da davet ettik. Beraber ıstakoz yiyip bira içtik. Bize yaşam koşullarından bahsederken Kübalılara yasak olan her şeyi kullandığını gördük. Yemekten sonra kendisine hediye olarak bütün parfüm ve deodorantlarımızı verdik. O da bizi Malecon’un arka sokağındaki bir diskoya bıraktı. Salaş bir mekandı ama çalan salsa ve dans eden Kübalılar bizi kendimizden geçirdi. 


Tabi Kübada salsa yapmanın zevkini sonuna kadar çıkardık. Ertesi sabah dönüş için yola koyulduk. Otobüsle tekrar Varadero’ya döndük. Mola yerinde son defa pinacolada mızı içtik.Yine sıkıcı ve uzun bir yolculuktan sonra Amsterdam a indik. 8 saat vaktimiz vardı ve  Amsterdamı bir kez daha gezme şansımız oldu. Tabi hava buz gibiydi. Birden rüyadan uyanıp gerçek dünyaya döndük. Yorgun ve uykusuz olmamıza rağmen alışveriş edip bir şeyler içerek zamanı tükettik.İstanbul’a döndüğümüzde yine memleketimiz cennet cennet nidaları yükseliyordu.



.