15 Haziran 2012 Cuma

MADRİD - İSPANYA

MADRİD 2002

            Bayram tatilini Madrid'te geçirmeye karar vermiştik. Ancak İspanya dendiğinde aklımıza boğa güreşleri ve flamenko gecelerinden başka bir şey gelmiyordu. Oysa bunlardan ibaret değildi tabii ki. Bunu gitmeden önce yaptığımız ayrıntılı araştırmalar sonucunda ispatlamıştık zaten. Ama gözümüzle de görmemiz gerekirdi.
            İlk başta şunu söylemem gerekiyor ki sakın "nasıl olsa turla gidiyorum"diyerek gideceğiniz yerle ilgili bilgileri öğrenmemezlik etmeyin. Çünkü turlar çok genel bilgiler veriyorlar ve işin ticari tarafını düşündükleri için de sizleri gezen $ olarak görüyorlar. Ayrıca yapılan ekstra turlar size çok faydalı olmadığı gibi zamanın çoğunu gereksiz yerlerde harcamış oluyorsunuz. Bunları gitmeden önce bildiğimiz için biz oldukça hazırlıklıydık. İnternetten ve dergilerden topladığımız bilgilerle uçaktaki yerimizi aldık.
            03.15 te havalanan uçağımız yaklaşık 4 saatlik bir uçuşun ardından saat 7.00 gibi Madrid'teydi. Türkiye ile 1 saat fark olduğu için orada saat 06.00 idi. Bu yüzden ilk şehir turumuzda güneş ışığından yoksunduk. Şehir hava alanından 15-20 dakikalık mesafede.Ayrıca isterseniz metroyla da ulaşabiliyorsunuz.Zaten şehir içinde metroyla gezmek çok kolay.Madrid teki metroya "Metro ağı" demek çok doğru.Çünkü gerçekten bir örümcek ağı gibi bütün şehri kuşatmış.Biz de genelde metroyu tercih ettik.Vaktimizi ve naktimizi boşa harcamadık.Tek bilet 0.7 euro. 10 adeti 5 euro. Aktarma ücretsiz. Değişik yönlerde 11 hattan oluşuyor ve 3 dakikada bir sefer var.

            Şehir turumuzdaki ilk durak meşhur boğa güreşlerinin yapıldığı Plaza De Toros De Las Ventas oldu.(Toro=Boğa demekmiş)Mevsim kış olduğundan arenanın üzeri kapatılmış ve sirk gösterilerinin yapıldığı bir alana çevrilmişti. Boğa güreşleri mayıs ve ekim ayları arasında yapılıyormuş. İzleyemediğim için çok üzüldüğümü söyleyemeyeceğim.Çünkü gösteri olsaydı bile zavallı bir boğanın öldürülmesini izlemek bana hiç bir zevk vermeyecekti zaten.Bu arada rehberimiz güreşlerde neden boğanın seçildiğini de açıkladı.Avını tespit eden boğa, gözlerini kapayıp ona doğru koşarmış.Bu yüzden sonradan yer değiştiren matadoru ıskalarmış.İneklerde böyle bir durum yokmuş.Arenanın hemen önündeki matador ve boğa heykelini görüntüleyip Cervantes anıtına doğru yolumuza devam ettik.Oldukça bakımlı, havuzlu bir bahçenin ortasında yer alan anıt görkemiyle insanı şaşırtıyor.Cervantes'in yarattığı Don Kişot atıyla ,Sanço Panço da eşeğinin üzerinde bizi selamlıyordu. Bir inanışa göre eşeğin poposunu öpmek şans getiriyormuş. Biz öptük mü peki? Yorum yok!!! :)
            Madrid eski bir yerleşim alanı, ancak oraya ulaşmak için yollar 3-4 şerit gidiş ve geliş şeklinde. Bu yüzden ulaşım sorunu yok. Fakat eski bölgedeki yollar oldukça dar. Gerçi bu bizi etkilemiyor. Çünkü ya metroyu kullanıyoruz ya da yürüyoruz.
            Cervantes anıtının ardından 1891 yılında inşa edilen Atocha tren istasyonuna gidiyoruz. Burası 1992 yılında mimar Rafael Moneo tarafından palmiyelerle dolu bir kış bahçesine dönüştürülmüş. Hurma ağaçlarından nilüferlere kadar pek çok değişik bitkiyi bir arada görme imkanı var burada. Çelik-cam karışımı bu yapının içindeyken insan kendini parktaymış gibi hissediyor. Tren saatinizi beklerken rahat bir soluk almak için ideal bir ortam.
            Kısa bir Madrid şehir turu yaptıktan sonra öğleye yakın otelimize varıyoruz. Yerleşme faslı bitince Madrid'in en ünlü meydanlarına yani Plaza Del Sol ve Plaza Del Mayor'a gitmek üzere rehberimizle beraber metroya biniyoruz. Böylece metroyu kullanmasını öğreniyoruz. Metroya bindiğimiz anda hoş bir müzik başladı. Fakat o kadar canlı geldi ki ister istemez etrafıma bakındım ve arkamda yan flüt çalan bir adam gördüm. Zaten hemen her köşede canlı müziğe rastlıyorsunuz. Kimi gitar kimi keman kimisi de trombonunu almış size yürüyüş anında eşlik ediyor. Tabii ufak bir bahşiş karşılığında.
           

Sol meydanında Madrid'in sembolü olan, yaban çileğine uzanmış ayı heykelini görüyoruz. Ayının bu hali ağaçla beraber "R" harfini yani kraliyeti temsil eden "Royal" kelimesinin baş harfini oluşturuyor. Meydan oldukça kalabalık ve yaklaşan noel nedeniyle her yeri süslenmiş ve ışıklandırılmış. Bizdeki taksim meydanı gibi, otobüs ve metro durakları ile insanların buluşma noktası haline gelmiş. Bir tarafta valilik binası var ve bunun hemen önünde ülkenin tam merkezi olduğunu gösteren bir daire var. Yani valilik ve sol meydanı ülkenin tam göbeğinde yer alıyor. Sol meydanının etrafında pek çok alışveriş merkezi ve restaurant, cafe-bar tarzında yerler mevcut. Buradan 10 dk.lık yürüyüşle Mayor meydanı ulaşıyoruz.
            Mayor meydanı; ortasında III.Philip'in atlı heykelinin bulunduğu dikdörtgen şeklinde bir alan. Eskiden her olay burada gerçekleşirmiş. Pazar, festival, boğa güreşi ve idam cezalarının mekanı imiş. Meydanı çevreleyen binanın duvarları freskler ve mitolojik resimlerle süslü. Alt katlarda ise sayısız cafe mevcut. Noel nedeniyle meydan, çam ağacı ve süsleri ile hediyelik eşyalar satan pazarcılarla dolu. Ayrıca hünerlerini sergileyen sanatçılar, canlı mankenler de yerlerini almışlar. Canlı mankenlerin önlerindeki kaba para attığınız zaman size teşekkür edip tekrar eski pozisyonlarını alıyorlar.
            Mayor meydanında öğle yemeği için mola veriyoruz. İspanyolların yemek tercihleri daha çok deniz ürünlerinden yana. Özellikle meze şeklinde "tapas" dedikleri yiyecekler çok çeşitli ve lezzetli. Her adımda bunların satıldığı cafe-restaurant tarzı yerlere rastlamak mümkün. Biz de bunlardan birine kendimizi atıyoruz. Kalamar ve hamsi yiyoruz. Herkes ayaküstü atıştırmayı tercih ediyor. Biraz bir şeyler yiyerek dolaşıp başka bir cafeye giriyor.

            Karnımızı doyurunca yine yürüme mesafesinde olan kraliyet sarayına yöneliyoruz. Saraya ulaştığımızda kendimizi İtalya veya St.Petersburg da gibi hissediyoruz. 1734 teki yangından sonra yıkılan Alcazar kalesi yerine yapılan sarayın etrafında antik arap kenti surlarını görüyoruz. Madrid'te bunun gibi pek çok stili bir arada yakalamak mümkün. Metro ile Kibele meydanına gidiyoruz. Haritamıza bakarak Prado ve Reina  müzelerini buluyoruz ve müzedeki eşsiz tablolar karşısında büyüleniyoruz. Rönesans dönemi ünlü ressamların eserlerini bir arada görmek tüm yorgunluğumuzu gideriyor. Hele finalde Picasso nun ünlü Guernico’sı önünde fazla yaklaşmamdan ötürü alarmları öttürmek çok keyifliydi. Akşam yemeğini paella yiyerek tamamlayıp flamenkonun okulu olan Casa Patas’ı biraz zor da olsa buluyoruz. Gösteri gerçekten müthiş. Dansçılar okullu olmalarının hakkını veriyorlar. 

Bu gösteri bizi kesmiyor ve şehrin diğer ucundaki Cafe de  Chinitas ‘a gidiyoruz. Burada da sangria eşliğinde sokaktan yetişen dansçıların gösterilerini izliyoruz. Ertesi gün tren ile Toledo ya gidiyoruz. Toledo ortaçağdan kalma, etrafı surlarla çevrili ve çevresinden dereler geçen bir müze şehir. Bir köprüyle giriliyor ve tam ortasında harika bir katedral var.  İçindeki oymalar ve tablolar çok etkileyici. Tabii kiliseler dinlenmek için de çok uygun mekanlar. Etrafındaki hediyelik eşya dükkanlarından alışverişimizi yapıp Madrid’e geri dönüyoruz.