27 Ocak 2019 Pazar

HAWAII-BIG ISLAND 02.12.2018



İngilizce okulumuz bitince 1 aylık gezi planımız için evsahibemiz Cynthia ile görüştük. Ona kuzeye Yosemite National Parka gitmek istediğimizi söyleyince birden şaşırdı ve ne işiniz var bu karda kışta, arabanızda zincir, çekme halatı var mı? Belki de yollar kardan kapanmıştır diye söylenmeye başladı. Oraya gideceğinize atlayın uçağa 1 hafta Hawai'i adalarına gidin, denize girin, volkanlara, şelalelere gidin deyince bizde gülüşmeler başladı. Zaten Hawaii adını telaffuz etmek bile insanda heyecan yaratıyordu. Buraya kadar gelmişken oraya da gitmemek olamazdı. Hatta Cynthia bize daha önce kullanmadığımız priceline.com sitesini gösterdi ve bu siteden kombine uçak bileti+otel+araç kiralama alırsanız, tek tek almaktan çok daha ucuza geliyor. Kısa bir araştırmadan sonra Hawaii Big Island'a 7 gece konaklamalı otel, uçak bileti ve araç kiralama bedeli kişi başı 740 $ dan satın alarak çantamızı toparladık. Bu arada İstanbuldaki arkadaşımız Derya'ya Hawaii'ye gideceğimizi bahsedince çılgın arkadaşımız 2 gün içinde yanımıza geldi ve beraber uçağa atlayıp Hawaii'nin yolunu tuttuk. 


1959 yılında referandumla ABD nin 50. eyaleti olan bu cennet adalara San Diego'dan uçakla 6 saatte varılıyor.Bayrağında ise birleşik krallık yani İngiliz bayrağı taşımakta. 8 büyük adanın en büyüğü olan Hawaii adasına Big Island deniyor ve bizim gezip görmek istediğimiz bütün özellikleri barındırmakta. Havaalanı adanın  batı kıyısında ve kalacağımız otel ise en doğu kıyıdaki Hilo kasabasında. Uçaktan iner inmez tropik havanın nemi vücudumuzu sarıyor. San Diegonun kuru havası aslında hoşumuza gitse de uzun süre kalınca bazı ufak sorunlar da yapmıyor değil. Burada  ilk farkedilen havanın tertemiz ve oksijenin bol olması. Saat farkı ABD den 2 saat geride olunca yerel saatle 14:00 gibi adaya geldiğimizden otele gitmeden kendimizi denize atmaya karar veriyoruz ve güneye doğru 30 mil inip haritadan görebildiğimiz ilk sahile kendimizi atıyoruz. Adını söylemenin çok zor olduğu 

 Pu'uhonua O Hōnaunau National Historical Parkın içinde

Hawaii krallarının mezarları ve koruyucu heykeller bulunuyor. Ayrıca koruma altındaki deniz kaplumbağaları da kumsalda yatıyorlardı. Aslında parkın kapıdan girişi kişi başı 15 $. Ama bu hafta eski başkanlardan Baba Bush'un vefatı nedeniyle gişeler kapalıydı ve biz de Baba Bush'a bu vesileyle müteşekkir oluyoruz. Parkın hemen yanındaki küçük koyda bir çok araba park etmiş ve insanlar sahildeki kayaların üzerinden denize giriyor. Biz de oraya yönelip kendimizi hemen denize bırakıyoruz. Tabi maske ve şnorkellerimizi de ihmal etmedik. Çünkü denizin içi tropik balık kaynıyor. Adalar volkanik olduğu için deniz suyu ve kayaların arasından çıkan tatlı su karışık halde. Tatlı su biraz da soğuk olduğundan çok fazla yüzemiyoruz ama 15 dakika bile yetiyor ve burada hava saat 6 olunca kararıyor. Tabi bu da harika günbatımı manzaraları demek. 

Günbatımını izlerken atıştırmalıklarımızı yeyip otelin yolunu tutuyoruz. 2 saatlik yol sonunda otele varıp yerleşiyoruz. Ertesi sabah yakın civardaki sahilleri keşfe çıkıyoruz ve otele 5 dakika mesafedeki Carlsmith Beach Park adındaki volkanik kayaların doğal dalgakıran oluşturduğu ağaçlıklı bir parktan denize giriyoruz. Kayalardan suya adım atar atmaz 3 tane dev deniz kaplumbağası yanımıza geliyor ve ağır hareketlerle bize eşlik ediyorlar.

 Sabahtan öğlen 2 ye kadar burada kaplumbağalarla yüzüyoruz. Deniz gene tatlı suyla karışık. Yavaş yavaş volkanik adanın ne demek olduğunu kavramaya başlıyoruz. Volkanların hiç şakası yok. Her an patlayıp bir felakete yol açabilirler. Öte yandan bitki örtüsü inanılmaz. Ağaçlar hiçbir yerde görmediğimiz boyutlarda. Otelin arkasındaki Banyan Way'deki Banyan ağaçları uzak doğuda gördüklerimizin 3 misli büyüklükte. Bir de çok dikkat çekici bir şey akşam hava karardığında her yerden ıslık sesi gibi sesler duymaya başladık. Sabaha kadar durmayan ıslık seslerini 3-5 cm boyundaki Coqui kurbağalarının çıkardığını öğrendik. Akşam olunca erkek kurbağalar dişilerin dikkatini çekmek için öyle yüksek tonda sesler çıkarıyorlar ki bu yüzden 10 senedir emlak piyasası Hilo'da durma noktasına gelmiş. Ev alan veya kiralayan kimse yokmuş. 
Öğleden sonrasını da otelin kuzeyindeki Akaka şelalesini gezmeye ayırdık. 
Sahilden yarım saat gidip sola tepelere doğru köylerin içinden geçerek gidilen harika ağaçlık ve tarlaların olduğu yolun bitiminde park alanı var. Buraya park edip yürüme yolunun başındaki görevliye 3 $ vererek yürümeye başlıyorsunuz. Ormanın içindeki yoldan devasa ağaçların ve bambuların içinden geçerken hiç görmediğimiz endemik bitki ve çiçeklerin fotoğraflarını çekiyoruz. Patikanın sonunda seyir alanından bakınca enfes şelale önümüzde yaklaşık 30 metreden aşağıya gürültüyle akıyor.

Bu güzel manzarayı geride bırakıp yolun diğer ucundan geldiğimiz noktaya çıkıyoruz. Akşam oluyor ve otele dönmeden şehir merkezinde Pineapples adında  bir restoran buluyoruz ve deniz ürünleriyle dolu güzel bir ziyafet çekiyoruz.

Ertesi günümüzü güzel bir sahilde denize girerek geçirmeye karar veriyoruz ama Big Island da palmiyeli beyaz kumsallar bulmak o kadar da kolay değil. Genelde adanın dörtbir tarafı volkanik kayalık ve taşlık. Google mapsi hergün tarıyoruz ve adanın batı kesiminde birkaç tane beyaz kumsal buluyoruz. Buralara da arabasız gitmek zaten mümkün değil. O yüzden otel seçimini iyi yapmak gerekiyor. 5 yıldızlı bazı otellerin kendi küçük kumsalları var oralara dışarıdan girilebiliyor. Bizdeki gibi halka kapatmak yok. Kuzey batıdaki Hapuna Beach haritadan en geniş kumsal gibi duruyor ve biz de sabah kahvaltımızı yapıp batıya giden otoban üzerinden kumsala ulaşıyoruz. Bu arada otobanda hız sınırı o kadar değişken ki alışmak biraz zaman alıyor. Zira Adanın ikinci büyük volkanı Mauna Kea'nın yanından geçiyoruz ve belli noktalarda hız limiti bir anda 60 mille giderken 25 mile düşüyor. Tam bitti, tekrar 60 mile çıktık derken askeri bölgede hız sınırı 40 mile iniyor. Uymazsanız polisin hiç şakası yok. Nitekim askeri bölgeden 57 mille geçtik diye polis bizi hemen çevirdi ve cezayı yapıştırdı. 
Biraz da Mauna Kea dağından bahsedelim. Dünyanın en yüksek
dağı, Himalayalar'daki Everest tepesi (8848 mt) diye bilinir ama Mauna Kea dağı (10.100mt) deniz seviyesinin altından ölçüm yapıldığında  Everestten daha yüksek olduğu ortaya çıkmış ve tam 1 milyon yaşındaymış. Dağın zirvesine de gözlemevi kurulmuş ve geceleri yıldız gözlem turları düzenleniyor. Ama bizim adada kalış süremiz boyunca gözlemevi bakıma girdi ve bu tür bir etkinlik yapamadık.  
Hapuna Beachte güzel birkaç saat denize girip güneşleniyoruz ve öğleden sonra merkez kasaba Kailua Kona'ya gidiyoruz. Burası bizim kaldığımız Hilo'nun aksine tamamen turistik. Restoranlar, oteller, hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Akşam yemeğini buradaki bir restoranda halledip ertesi gün ne yapacağımızı kararlaştırırken dünyada sadece bu adada yapılabilen manta vatozları ile yüzmek için Sheraton otele gidiyoruz. Çünkü olay Sheraton otelin hemen 10-15 metre açığında yapılıyor. Akşam 6.30 ve 9 da olmak üzere günde iki sefer oluyor. Bu akşam için yer bulamıyoruz ve yarın akşam için rezervasyonumuzu yaptırıp otele geri dönüyoruz.  
Sabah oteldeki papaya ziyafetinin ardından arabaya atlayıp gene adanın kuzey batı tarafındaki birbaşka kumsalına Waialea Beach'e 
gidiyoruz. Buraya ulaşmak için de otoban bitiminden sahil yoluna sapınca 10 dakika kadar donmuş lavların arasındaki patika yoldan ilerleyip kumsala varılıyor. Turkuvaz sular bütün yorgunluğumuzu bir anda alıp götürüyor. Adanın o kadar temiz ve yumuşak bir havası var ki cildimizin bile gençleştiğini hissediyoruz. 

Akşama kadar burada vakit geçirip saat 6 gibi Sheraton oteline varıyoruz. Buradan 5-6 farklı firmanın düzenlediği botların arasından bizi mantalara götürecek olanı buluyoruz ve turumuz başlıyor. Teknede 6 kişiyiz. Tekne bizi kıyının 10-15 metre açığına götürüyor ve suya bir sörf tahtası indiriliyor. Tahtanın tam ortasında iki tane kocaman ışık yanıyor ve denizin dibini aydınlatıyor. Biz de tahtanın iki kenarındaki tutamaklara tutunup şnorkel ve maskelerimizi takarak dev mantaları beklemeye başlıyoruz. Bu arada denize ufak ufak da yem atıyorlar. Mantalar sadece planktonla beslenen canlılar ve boyları 2-3 metre olup, kanat genişlikleri de  5-6 metre olabilen ve suyun içinde uçuyormuş gibi kanat çırpıp süzülen muhteşem yaratıklar. 15 dakikalık bekleme esnasında altımızdan köpekbalıkları da geçiyor ama hiç oralı olmuyorlar ve beklenen an geliyor. Manta vatozları süzülerek altımızda dans etmeye başlıyor, hem yemleri yiyorlar ve hem de taklalar atarak harika görüntüler veriyorlar. Sonuçta ortaya videodaki gibi bir görüntü çıkıyor. 



Yaklaşık 1 saat süren bu enfes dans esnasında 10-12 adet manta vatozu etrafımızda cirit atıyor, bize sürtünüyor, harika enerjilerini bizimle paylaşıyorlar. Tekneye çıktığımızda mutlu yorgunluğumuzu ikram edilen sıcak çikolata ile gideriyoruz ve Hilo'daki otelimize geri dönüyoruz. 
Sabah gene papaya ağırlıklı kahvaltımızın ardından adanın güney kesimindeki aktif volkan parkını geziyoruz. Mauna Loa Dağı Hawaii Adaları'nı oluşturan beş volkandan biri. Hawaii adalarının en aktif volkanı olan Kilauea Yanardağı'nın çok yakın komşusu. Mauna Loa Dağı'nın hacminin 75.000 km³ olduğu tahmin edilmiş. Bu hacmi ve kapladığı arazinin yüzölçümü itibarıyla Mauna Loa Dağı dünyanın en büyük yanardağı olduğu belirtilmekte. Burası yanardağlar milli parkı ve zaten parkurları gezmek günler sürer. Volkan patlama sinyalleri verdiği için bir çok parkur kapalıydı ve biz de bazılarını gezebildik. Bazı bölgelerde çalıların arasından sülfür dumanları çıkıyor ve nefes almak zorlaşıyor. Bu arada yağmur da inceden yağıyor, etrafımızdaki bitki örtüsü çalılar ve endemik çiçeklerle dolu. Gerçekten burası hiçbir yere benzemiyor. Parkurda ilerledikçe uzaktan devasa Kilauea kraterinin etrafında yürümeye başladığımızı farkediyoruz. Kraterin içinden gene sülfür dumanları göğe süzülüyor. Volkan zaman zaman patladığında lavlar güneye doğru denize akarak adanın büyümesine yol açıyormuş. Hatta bu sırada denizden tekne turları ile akan sıcak lavlara yaklaşıp görüntülemek mümkün olabiliyormuş ama bize kısmet olmadı. 

Son günümüzü adanın en güney ucundaki siyah kumsal Black Beach ve yeşil kumsal Green Beach'i görmeye ayırıyoruz. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla güneye doğru inerken harika manzaralardan geçiyoruz.

İlk önce siyah kumsala varıyoruz. Dalgaların siyah volkanik kayaları zaman içerisinde döverek kum haline getirmesiyle oluşan kumsal sanki negatif fotoğraf gibi önümüzde duruyor. Kumsalın hemen arkasında ise bir tatlı su gölü ve üzerindeki nilüferler harikulade bir manzara sunuyorlar. Gölde yüzen Nene ördekleri adanın endemik canlılarından biri ve koruma altında. 




Kumsalın biraz ötesinde denizden çıkmış birkaç dev yeşil kaplumbağa hareketsizce etrafı süzüyorlar. Denizin içinde de bir yerli balıkçı yukarıdan balıkları takip edip en uygun yerde elindeki serpme ağı firlatıp çekerek kovasını balıkla dolduruyor. Siyah kumsaldaki vakit sona eriyor ve yeşil kumsala uzun ve zorlu bir yolumuz var. Adanın en güney ucu aynı zamanda ABD'nin de en güney noktası. 

Buraya kadar arabayla 1,5 saatte geliyoruz. İşin en zorlu kısmı ise bundan itibaren başlıyor. Park noktasından yeşil kumsala varmak için kayalık ve kumluk arazideki girintili çıkıntılı patikalardan yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşle kumsalın tepesine gelmek gerçekten sınırlarımızı zorlamamamıza sebep oluyor. Kızgın güneşin altında bir taraftan da şiddetli rüzgar ve rüzgarın oluşturduğu kum fırtınasının içinde yürümek gerçekten nefesimizi kesiyor. Kum öyle savruluyor ki güneş gözlüklerimiz çizik içinde kaldı. Ağzımızı burnumuzu hatta kulaklarımızı kumdan korumak için havlulara sarınmak zorunda kaldık. Ama eziyetin sonunda daha önce hiç görmediğimiz yeşil renkli küçük koy önümüzde duruyor. Aşağı inmek de bir hayli eziyetli çünkü rüzgar adeta burada ne işiniz var dercesine kumdan tokatlar atıyor. Aşağıya inip kendimizi denize zor atıyoruz. Okyanus bize asla sütliman bir denize girme fırsatı tanımıyor. Ama biz halimizden memnunuz. Denizden çıkıp kuytu bir kayanın kenarında yorgunluğumuzu yanımızda getirdiğimiz papayaları yiyerek atıp zorlu geri dönüşümüze başlıyoruz.  




Yalnız bu uzun yürüyüş sırasında gördüğümüz manzara bizi gerçekten üzüyor. Kayaların araları, yer yer atık plastikler, bidonlar, balık ağları ile dolu. Bazı belgesel filmlerde izlediğimiz doğanın plastik atıklara yenik düşmesi olayına burada şahit olduk. Pasifik okyanusunun tam ortasındaki bu adanın kıyılarına kadar plastik çöplerin yayılması artık plastiğe dur denmesi bir insanlık görevidir. O yüzden bizde de uygulamaya geçen marketlerdeki poşet uygulamasına muhalefet edenlere anlam veremiyorum. Aslında bana kalsa poşeti tümden yasaklamak, üretmemek gerekir. 
Dönüş yolumuzda hafif yağmurun ardından Hawaii bize hayran olacağımız manzaralardan birini daha gösteriyor. Gökkuşağı, o kadar net şekilde ve yakın gözüküyor ki  altından geçiverecekmişiz sanıyoruz. 

Dönüş uçağımız akşam 7 de olduğu için son günümüzü gene turkuaz denize girerek geçirmek istiyoruz ve bu adada yaşayan bir hanımla yaptığımız sohbet esnasında bize verdiği tavsiyeye uyarak havaalanına yakın bir bölgedeki Kua Bay sahiline gidiyoruz. Gördüğümüz manzara bizi fazlasıyla memnun ediyor. Bembeyaz kumsaldaki turkuaz denize doya doya girip papayalarımızı afiyetle mideye indirerek bu unutulmaz gezimizin sonuna geliyoruz.  
Gezimizin kısa videosu aşağıdan izlenebilir.
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder