27 Ocak 2019 Pazar

HAWAII-BIG ISLAND 02.12.2018



İngilizce okulumuz bitince 1 aylık gezi planımız için evsahibemiz Cynthia ile görüştük. Ona kuzeye Yosemite National Parka gitmek istediğimizi söyleyince birden şaşırdı ve ne işiniz var bu karda kışta, arabanızda zincir, çekme halatı var mı? Belki de yollar kardan kapanmıştır diye söylenmeye başladı. Oraya gideceğinize atlayın uçağa 1 hafta Hawai'i adalarına gidin, denize girin, volkanlara, şelalelere gidin deyince bizde gülüşmeler başladı. Zaten Hawaii adını telaffuz etmek bile insanda heyecan yaratıyordu. Buraya kadar gelmişken oraya da gitmemek olamazdı. Hatta Cynthia bize daha önce kullanmadığımız priceline.com sitesini gösterdi ve bu siteden kombine uçak bileti+otel+araç kiralama alırsanız, tek tek almaktan çok daha ucuza geliyor. Kısa bir araştırmadan sonra Hawaii Big Island'a 7 gece konaklamalı otel, uçak bileti ve araç kiralama bedeli kişi başı 740 $ dan satın alarak çantamızı toparladık. Bu arada İstanbuldaki arkadaşımız Derya'ya Hawaii'ye gideceğimizi bahsedince çılgın arkadaşımız 2 gün içinde yanımıza geldi ve beraber uçağa atlayıp Hawaii'nin yolunu tuttuk. 


1959 yılında referandumla ABD nin 50. eyaleti olan bu cennet adalara San Diego'dan uçakla 6 saatte varılıyor.Bayrağında ise birleşik krallık yani İngiliz bayrağı taşımakta. 8 büyük adanın en büyüğü olan Hawaii adasına Big Island deniyor ve bizim gezip görmek istediğimiz bütün özellikleri barındırmakta. Havaalanı adanın  batı kıyısında ve kalacağımız otel ise en doğu kıyıdaki Hilo kasabasında. Uçaktan iner inmez tropik havanın nemi vücudumuzu sarıyor. San Diegonun kuru havası aslında hoşumuza gitse de uzun süre kalınca bazı ufak sorunlar da yapmıyor değil. Burada  ilk farkedilen havanın tertemiz ve oksijenin bol olması. Saat farkı ABD den 2 saat geride olunca yerel saatle 14:00 gibi adaya geldiğimizden otele gitmeden kendimizi denize atmaya karar veriyoruz ve güneye doğru 30 mil inip haritadan görebildiğimiz ilk sahile kendimizi atıyoruz. Adını söylemenin çok zor olduğu 

 Pu'uhonua O Hōnaunau National Historical Parkın içinde

Hawaii krallarının mezarları ve koruyucu heykeller bulunuyor. Ayrıca koruma altındaki deniz kaplumbağaları da kumsalda yatıyorlardı. Aslında parkın kapıdan girişi kişi başı 15 $. Ama bu hafta eski başkanlardan Baba Bush'un vefatı nedeniyle gişeler kapalıydı ve biz de Baba Bush'a bu vesileyle müteşekkir oluyoruz. Parkın hemen yanındaki küçük koyda bir çok araba park etmiş ve insanlar sahildeki kayaların üzerinden denize giriyor. Biz de oraya yönelip kendimizi hemen denize bırakıyoruz. Tabi maske ve şnorkellerimizi de ihmal etmedik. Çünkü denizin içi tropik balık kaynıyor. Adalar volkanik olduğu için deniz suyu ve kayaların arasından çıkan tatlı su karışık halde. Tatlı su biraz da soğuk olduğundan çok fazla yüzemiyoruz ama 15 dakika bile yetiyor ve burada hava saat 6 olunca kararıyor. Tabi bu da harika günbatımı manzaraları demek. 

Günbatımını izlerken atıştırmalıklarımızı yeyip otelin yolunu tutuyoruz. 2 saatlik yol sonunda otele varıp yerleşiyoruz. Ertesi sabah yakın civardaki sahilleri keşfe çıkıyoruz ve otele 5 dakika mesafedeki Carlsmith Beach Park adındaki volkanik kayaların doğal dalgakıran oluşturduğu ağaçlıklı bir parktan denize giriyoruz. Kayalardan suya adım atar atmaz 3 tane dev deniz kaplumbağası yanımıza geliyor ve ağır hareketlerle bize eşlik ediyorlar.

 Sabahtan öğlen 2 ye kadar burada kaplumbağalarla yüzüyoruz. Deniz gene tatlı suyla karışık. Yavaş yavaş volkanik adanın ne demek olduğunu kavramaya başlıyoruz. Volkanların hiç şakası yok. Her an patlayıp bir felakete yol açabilirler. Öte yandan bitki örtüsü inanılmaz. Ağaçlar hiçbir yerde görmediğimiz boyutlarda. Otelin arkasındaki Banyan Way'deki Banyan ağaçları uzak doğuda gördüklerimizin 3 misli büyüklükte. Bir de çok dikkat çekici bir şey akşam hava karardığında her yerden ıslık sesi gibi sesler duymaya başladık. Sabaha kadar durmayan ıslık seslerini 3-5 cm boyundaki Coqui kurbağalarının çıkardığını öğrendik. Akşam olunca erkek kurbağalar dişilerin dikkatini çekmek için öyle yüksek tonda sesler çıkarıyorlar ki bu yüzden 10 senedir emlak piyasası Hilo'da durma noktasına gelmiş. Ev alan veya kiralayan kimse yokmuş. 
Öğleden sonrasını da otelin kuzeyindeki Akaka şelalesini gezmeye ayırdık. 
Sahilden yarım saat gidip sola tepelere doğru köylerin içinden geçerek gidilen harika ağaçlık ve tarlaların olduğu yolun bitiminde park alanı var. Buraya park edip yürüme yolunun başındaki görevliye 3 $ vererek yürümeye başlıyorsunuz. Ormanın içindeki yoldan devasa ağaçların ve bambuların içinden geçerken hiç görmediğimiz endemik bitki ve çiçeklerin fotoğraflarını çekiyoruz. Patikanın sonunda seyir alanından bakınca enfes şelale önümüzde yaklaşık 30 metreden aşağıya gürültüyle akıyor.

Bu güzel manzarayı geride bırakıp yolun diğer ucundan geldiğimiz noktaya çıkıyoruz. Akşam oluyor ve otele dönmeden şehir merkezinde Pineapples adında  bir restoran buluyoruz ve deniz ürünleriyle dolu güzel bir ziyafet çekiyoruz.

Ertesi günümüzü güzel bir sahilde denize girerek geçirmeye karar veriyoruz ama Big Island da palmiyeli beyaz kumsallar bulmak o kadar da kolay değil. Genelde adanın dörtbir tarafı volkanik kayalık ve taşlık. Google mapsi hergün tarıyoruz ve adanın batı kesiminde birkaç tane beyaz kumsal buluyoruz. Buralara da arabasız gitmek zaten mümkün değil. O yüzden otel seçimini iyi yapmak gerekiyor. 5 yıldızlı bazı otellerin kendi küçük kumsalları var oralara dışarıdan girilebiliyor. Bizdeki gibi halka kapatmak yok. Kuzey batıdaki Hapuna Beach haritadan en geniş kumsal gibi duruyor ve biz de sabah kahvaltımızı yapıp batıya giden otoban üzerinden kumsala ulaşıyoruz. Bu arada otobanda hız sınırı o kadar değişken ki alışmak biraz zaman alıyor. Zira Adanın ikinci büyük volkanı Mauna Kea'nın yanından geçiyoruz ve belli noktalarda hız limiti bir anda 60 mille giderken 25 mile düşüyor. Tam bitti, tekrar 60 mile çıktık derken askeri bölgede hız sınırı 40 mile iniyor. Uymazsanız polisin hiç şakası yok. Nitekim askeri bölgeden 57 mille geçtik diye polis bizi hemen çevirdi ve cezayı yapıştırdı. 
Biraz da Mauna Kea dağından bahsedelim. Dünyanın en yüksek
dağı, Himalayalar'daki Everest tepesi (8848 mt) diye bilinir ama Mauna Kea dağı (10.100mt) deniz seviyesinin altından ölçüm yapıldığında  Everestten daha yüksek olduğu ortaya çıkmış ve tam 1 milyon yaşındaymış. Dağın zirvesine de gözlemevi kurulmuş ve geceleri yıldız gözlem turları düzenleniyor. Ama bizim adada kalış süremiz boyunca gözlemevi bakıma girdi ve bu tür bir etkinlik yapamadık.  
Hapuna Beachte güzel birkaç saat denize girip güneşleniyoruz ve öğleden sonra merkez kasaba Kailua Kona'ya gidiyoruz. Burası bizim kaldığımız Hilo'nun aksine tamamen turistik. Restoranlar, oteller, hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Akşam yemeğini buradaki bir restoranda halledip ertesi gün ne yapacağımızı kararlaştırırken dünyada sadece bu adada yapılabilen manta vatozları ile yüzmek için Sheraton otele gidiyoruz. Çünkü olay Sheraton otelin hemen 10-15 metre açığında yapılıyor. Akşam 6.30 ve 9 da olmak üzere günde iki sefer oluyor. Bu akşam için yer bulamıyoruz ve yarın akşam için rezervasyonumuzu yaptırıp otele geri dönüyoruz.  
Sabah oteldeki papaya ziyafetinin ardından arabaya atlayıp gene adanın kuzey batı tarafındaki birbaşka kumsalına Waialea Beach'e 
gidiyoruz. Buraya ulaşmak için de otoban bitiminden sahil yoluna sapınca 10 dakika kadar donmuş lavların arasındaki patika yoldan ilerleyip kumsala varılıyor. Turkuvaz sular bütün yorgunluğumuzu bir anda alıp götürüyor. Adanın o kadar temiz ve yumuşak bir havası var ki cildimizin bile gençleştiğini hissediyoruz. 

Akşama kadar burada vakit geçirip saat 6 gibi Sheraton oteline varıyoruz. Buradan 5-6 farklı firmanın düzenlediği botların arasından bizi mantalara götürecek olanı buluyoruz ve turumuz başlıyor. Teknede 6 kişiyiz. Tekne bizi kıyının 10-15 metre açığına götürüyor ve suya bir sörf tahtası indiriliyor. Tahtanın tam ortasında iki tane kocaman ışık yanıyor ve denizin dibini aydınlatıyor. Biz de tahtanın iki kenarındaki tutamaklara tutunup şnorkel ve maskelerimizi takarak dev mantaları beklemeye başlıyoruz. Bu arada denize ufak ufak da yem atıyorlar. Mantalar sadece planktonla beslenen canlılar ve boyları 2-3 metre olup, kanat genişlikleri de  5-6 metre olabilen ve suyun içinde uçuyormuş gibi kanat çırpıp süzülen muhteşem yaratıklar. 15 dakikalık bekleme esnasında altımızdan köpekbalıkları da geçiyor ama hiç oralı olmuyorlar ve beklenen an geliyor. Manta vatozları süzülerek altımızda dans etmeye başlıyor, hem yemleri yiyorlar ve hem de taklalar atarak harika görüntüler veriyorlar. Sonuçta ortaya videodaki gibi bir görüntü çıkıyor. 



Yaklaşık 1 saat süren bu enfes dans esnasında 10-12 adet manta vatozu etrafımızda cirit atıyor, bize sürtünüyor, harika enerjilerini bizimle paylaşıyorlar. Tekneye çıktığımızda mutlu yorgunluğumuzu ikram edilen sıcak çikolata ile gideriyoruz ve Hilo'daki otelimize geri dönüyoruz. 
Sabah gene papaya ağırlıklı kahvaltımızın ardından adanın güney kesimindeki aktif volkan parkını geziyoruz. Mauna Loa Dağı Hawaii Adaları'nı oluşturan beş volkandan biri. Hawaii adalarının en aktif volkanı olan Kilauea Yanardağı'nın çok yakın komşusu. Mauna Loa Dağı'nın hacminin 75.000 km³ olduğu tahmin edilmiş. Bu hacmi ve kapladığı arazinin yüzölçümü itibarıyla Mauna Loa Dağı dünyanın en büyük yanardağı olduğu belirtilmekte. Burası yanardağlar milli parkı ve zaten parkurları gezmek günler sürer. Volkan patlama sinyalleri verdiği için bir çok parkur kapalıydı ve biz de bazılarını gezebildik. Bazı bölgelerde çalıların arasından sülfür dumanları çıkıyor ve nefes almak zorlaşıyor. Bu arada yağmur da inceden yağıyor, etrafımızdaki bitki örtüsü çalılar ve endemik çiçeklerle dolu. Gerçekten burası hiçbir yere benzemiyor. Parkurda ilerledikçe uzaktan devasa Kilauea kraterinin etrafında yürümeye başladığımızı farkediyoruz. Kraterin içinden gene sülfür dumanları göğe süzülüyor. Volkan zaman zaman patladığında lavlar güneye doğru denize akarak adanın büyümesine yol açıyormuş. Hatta bu sırada denizden tekne turları ile akan sıcak lavlara yaklaşıp görüntülemek mümkün olabiliyormuş ama bize kısmet olmadı. 

Son günümüzü adanın en güney ucundaki siyah kumsal Black Beach ve yeşil kumsal Green Beach'i görmeye ayırıyoruz. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla güneye doğru inerken harika manzaralardan geçiyoruz.

İlk önce siyah kumsala varıyoruz. Dalgaların siyah volkanik kayaları zaman içerisinde döverek kum haline getirmesiyle oluşan kumsal sanki negatif fotoğraf gibi önümüzde duruyor. Kumsalın hemen arkasında ise bir tatlı su gölü ve üzerindeki nilüferler harikulade bir manzara sunuyorlar. Gölde yüzen Nene ördekleri adanın endemik canlılarından biri ve koruma altında. 




Kumsalın biraz ötesinde denizden çıkmış birkaç dev yeşil kaplumbağa hareketsizce etrafı süzüyorlar. Denizin içinde de bir yerli balıkçı yukarıdan balıkları takip edip en uygun yerde elindeki serpme ağı firlatıp çekerek kovasını balıkla dolduruyor. Siyah kumsaldaki vakit sona eriyor ve yeşil kumsala uzun ve zorlu bir yolumuz var. Adanın en güney ucu aynı zamanda ABD'nin de en güney noktası. 

Buraya kadar arabayla 1,5 saatte geliyoruz. İşin en zorlu kısmı ise bundan itibaren başlıyor. Park noktasından yeşil kumsala varmak için kayalık ve kumluk arazideki girintili çıkıntılı patikalardan yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşle kumsalın tepesine gelmek gerçekten sınırlarımızı zorlamamamıza sebep oluyor. Kızgın güneşin altında bir taraftan da şiddetli rüzgar ve rüzgarın oluşturduğu kum fırtınasının içinde yürümek gerçekten nefesimizi kesiyor. Kum öyle savruluyor ki güneş gözlüklerimiz çizik içinde kaldı. Ağzımızı burnumuzu hatta kulaklarımızı kumdan korumak için havlulara sarınmak zorunda kaldık. Ama eziyetin sonunda daha önce hiç görmediğimiz yeşil renkli küçük koy önümüzde duruyor. Aşağı inmek de bir hayli eziyetli çünkü rüzgar adeta burada ne işiniz var dercesine kumdan tokatlar atıyor. Aşağıya inip kendimizi denize zor atıyoruz. Okyanus bize asla sütliman bir denize girme fırsatı tanımıyor. Ama biz halimizden memnunuz. Denizden çıkıp kuytu bir kayanın kenarında yorgunluğumuzu yanımızda getirdiğimiz papayaları yiyerek atıp zorlu geri dönüşümüze başlıyoruz.  




Yalnız bu uzun yürüyüş sırasında gördüğümüz manzara bizi gerçekten üzüyor. Kayaların araları, yer yer atık plastikler, bidonlar, balık ağları ile dolu. Bazı belgesel filmlerde izlediğimiz doğanın plastik atıklara yenik düşmesi olayına burada şahit olduk. Pasifik okyanusunun tam ortasındaki bu adanın kıyılarına kadar plastik çöplerin yayılması artık plastiğe dur denmesi bir insanlık görevidir. O yüzden bizde de uygulamaya geçen marketlerdeki poşet uygulamasına muhalefet edenlere anlam veremiyorum. Aslında bana kalsa poşeti tümden yasaklamak, üretmemek gerekir. 
Dönüş yolumuzda hafif yağmurun ardından Hawaii bize hayran olacağımız manzaralardan birini daha gösteriyor. Gökkuşağı, o kadar net şekilde ve yakın gözüküyor ki  altından geçiverecekmişiz sanıyoruz. 

Dönüş uçağımız akşam 7 de olduğu için son günümüzü gene turkuaz denize girerek geçirmek istiyoruz ve bu adada yaşayan bir hanımla yaptığımız sohbet esnasında bize verdiği tavsiyeye uyarak havaalanına yakın bir bölgedeki Kua Bay sahiline gidiyoruz. Gördüğümüz manzara bizi fazlasıyla memnun ediyor. Bembeyaz kumsaldaki turkuaz denize doya doya girip papayalarımızı afiyetle mideye indirerek bu unutulmaz gezimizin sonuna geliyoruz.  
Gezimizin kısa videosu aşağıdan izlenebilir.
















8 Ocak 2019 Salı

A.B.D. CALIFORNIA 01.10.2018

SAN DİEGO : 



   Bence gezgin olmak, sadece yeni yerler görmek ve fotoğraf çekmek değil, gittiğiniz ülkedeki insanlarla iletişime geçip sosyal ilişkiler kurmak, onları anlamak ve onlara kendinizi ifade edebilmek. Dünyanın neresine giderseniz gidin İngilizce konuşan birilerini bulup anlaşıyorsunuz. Bir de İngilizce internetin ana dili olduğundan artık ingilizce egemenliğini ilan etmiş durumda. Zaten İngilizce veya bildiğiniz herhangi bir dil konuşan birilerini bulamıyorsanız işaretlerle de anlaşıyorsunuz. Ama yabancı dile hakim olduğunuzda insanlarla samimi dostluklar daha hızlı kurulabiliyor. Biz de mevcut İngilizcemizi daha da geliştirmek, hem de daha önce ziyaret etmediğimiz Amerika Birleşik Devletlerini gezmek için biraz uzun ve masraflı bir gezi planladık. Yaklaşık 3 aylık gezinin 2 ayını San Diego'daki Connect English dil kursunda geçirip hem Amerikan hayatının içinde yaşamak hem de civarı detaylı gezmek için gerekli hazırlıklarımızı yaptık. Bu arada Atlas Yurtdışı Eğitim'den Çağla Hanım'ın destekleri olmasa bu işi bu kadar çabuk halledemezdik. Uçak biletlerimizi skyscanner.com üzerinden en uygun tarih ve Amsterdam aktarmalı olarak yaklaşık 500 $ civarında aldık. Yapı Kredi Bankasının Adios kartı ile biriktirdiğimiz miller bize 1 bilet fiyatına 2 bilet almamızı sağladı. ABD vizesini de turist olarak aldığımızdan pek zorluk çıkarmadılar ve 10 yıllık vize verdiler. San Diego da uzun süre kalacağımızdan otel yerine kiralık ev araştırdık ama fiyatlara inanamadık. Aylık mobilyalı ev kiraları 3 bin $ civarı. İnternet üzerinden ev kiralama sistemi biraz karışık ve dolandırılma ihtimali biraz yüksek olduğundan oraya varınca bu işi halletmeye karar verdik ve ilk 2 gün için otel rezervasyonu yaptık. 
             Uçağımız Amsterdam aktarmalı Los Angeles'e kadar. Oradan San Diego'ya da trenle veya otobüsle 2,5 saatte gidiliyor. Ama fiyatlar da pek ucuz değil. Bunun üzerine havaalanından özel bir araba buluyoruz. Filipinler asıllı Ringo bizi kişi başı 55 $ a otelin kapısına kadar götürüyor.  
             San Diego; California eyaletinde ABD nin güney batısında pasifik okyanusu kıyısında ve Meksika sınırında, senenin 3-5 günü yağmur yağan ve güneşin her zaman parladığı bir şehir. Amerikalıların emekli olup geri kalan hayatlarını burada geçirme hayallerini süsleyen, gelir düzeyi ve insan kalitesinin yüksek olduğu San Diego da, marihuana kullanımı ve satışı serbest. Ama ortalık yerde içmek yasak. Zaten uluorta içeni de görmedik. Ama sürekli kokusu burnumuzda gezdik. Sigara kullanımı da çok sınırlandırılmış. Açık alanda bile içmek yasak. Belli alanlar, otoban kenarları gibi yerlerde içebiliyorsunuz. Bir de buranın biraları dünyanın en iyi biraları diye övünüyorlar. 50-60 çeşit faklı markada bira üreticisi var. Ama ben klasik tatları tercih eden biriyim. Aynı zamanda eşcinsel evliliklerin de serbest olduğu hatta eşcinsellerin kendilerine ait semtlerinin olduğunu, müzelerinin olduğunu görüp şaşırmamak elde değil. 
             Otelden Uber çağırıp okulun Pasific Beach semtindeki kampüsüne geliyoruz. Kapıdan girdiğimizde adını sonradan ezberlediğimiz Japon asıllı Kazumi'nin elinde isimlerimizin olduğunu görüyoruz ve Çağla Hanım'a bir kez daha teşekkür ediyoruz. 
Kursa başlamak için 2 günümüz var ve okula yakın bir ev aradığımızı söyleyince bizi yakınlardaki bir şirkete yönlendiriyorlar. Kamo Housing adındaki şirketin yetkilisi Danny bize birçok seçenek öneriyor. Hostfamily denen ve evin bir odasının kiralandığı ve aileyle beraber yaşanan evlerde kalmanın bedeli kahvaltı ve akşam yemeği dahil haftalık 200 $.  Biz de bu şekilde bir oda kiralayarak evdeki aileyle yaşamak için buraya taşınıyoruz. Bu arada Uber'i ilk defa kullanıyoruz ve müthiş hoşumuza gidiyor. İnternet üzerinden çağırdığınız araç hangi dakikada gelecek, şöför hakkındaki detaylı bilgi, gideceğiniz güzergah, tutarın ne kadar olacağı gibi bütün her şeyi önceden görüyorsunuz. Hem de taksi fiyatından ucuza geliyor. Uber gibi bir de Lift adında bir firma da aynı hizmeti veriyor ve onun şöförleri daha kibar arabalar daha yeni ve temiz.  Ancak burada toplu taşıma ağı avrupadaki veya İstanbuldaki kadar yaygın değil ve mesafeler de hayli uzak olduğundan mecburen araba da kiralamak zorunda kalıyoruz. 3 ay kiralayınca fiyat günlük 20 $ civarına geliyor. Amerikalılar bizdeki gibi apartman hayatı yaşamıyorlar. Herkesin tek katlı, bahçeli, garajlı, müstakil evi var. Sadece şehir merkezlerinde yani downtownlarda apartman dairelerinde kalınabiliyor ama onlar da hem küçük hem de park sorunu olan yerler. Telefon ve internet için ise T-Mobile şirketinin sınırsız internet ve 1000 dakika konuşma ve mesaj seçeneği olan 50 $ aylık tarifesini satın aldık. Benim telefona takıp hotspotu açınca ikimiz de sınırsız interneti kullanmaya başladık. Bir başka alışamadığımız şey de fiyatların her yerde KDV hariç yazılması. Kasaya gittiğinizde mesela 20 $ lık bir alışverişin 23 $ olduğunu görüyorsunuz. 

 Burada kaldığımız süre içerisinde 3 farklı evde kaldık. İlk evimiz Mission Hill bölgesindeydi ve İtalyan kökenli yaşlı bir hanımefendi olan Marianna'nın evine misafir olduk. Kendisi La Jolla bölgesinde yıllarca restoran işletmiş. Bize harika yemekler pişirdi ama biz de ona Türk yemeklerinden yaptık ve yoğurt yapmasını öğrettik. Kendisi ameliyatlı olduğundan 15 gün yanında kalabildik ve daha sonra Pasific Beach bölgesindeki site tarzı bir apartman dairesini 2 başka öğrenciyle paylaştık. Havuzu,jakuzisi,tenis kortları olan paylaşımlı evler bizim İngilizce pratik yapmamız için çok iyi fırsatlardı. Diğer öğrencilerle okuldan sonra bir araya gelip bol bol muhabbet ediyorduk. Ama ev hayatı daha cazip olduğu için Kamo Housing'e tekrar başvurup bize ev bulmalarını istedik. Okulun 3 mil güneyinde Tecolote bölgesindeki son evimize taşındık. Ev sahibemiz Cynthia emekli bir hemşireydi ve çok becerikli ve eğlenceli bir hanımdı. Bizi çok iyi ağırladı. Kendisi eski bir dans şampiyonu ve 80 li yıllarda TV şovlarında dans ediyormuş. Bize videolarını da izletti. Akşamları beraber dans klüplerine de gitmeye başladık. En beğendiklerimiz Tango Del Rey, Queen Bee ve Thio Leo's oldu. Giriş kişi başı 10 $. İçeride 1 saat salsa ve bachata dersi veriliyor sonra karışık dans ediliyor. Haftanın bir günü salsa, bir günü swing, bir günü tango, bir günü jazz gibi kategoriler var. pazar günü La Jolla'da deniz kenarındaki bir parkta yoga yapan bir gruba rastladık. Biz de katılabilir miyiz diye sorunca memnuniyetle kabul ettiler ve her pazar akşam üzerlerini yoga dersine ayırdık. Öğretmenimiz Daniela 22 yaşında hayat dolu bir insan ve yoga bitiminde bize  günbatımında şarap ve atıştırmalık ikram edip hoş sohbetler yapmamızı sağlıyordu. 
Biz karı koca tenis meraklısıyız ve 5-6 yıldır tenis oynuyoruz. Tabi 3 ay burada kalacağımız için tenis raketlerimizi de yanımızda getirdik. Burada her mahallede 8 adet halka açık ücretsiz tenis kortu var. Üniversitelerin bahçelerindeki kortlar da halka açık. Zaten her yer halka açık. Sahillerde bir tane restoran, büfe, kapatılmış bir köşe göremezsiniz. Halk her şeyi öncelikli kullanma hakkına sahip. Böyle olunca ilk geldiğimiz günlerde bir arkadaşımızın tavsiyesiyle Mesa Collage kortlarında her gün tenis oynayan bir gruba takılmaya başladık. Hem de oynadığımız insanlarla İngilizce pratik yapıyorduk. Ama Mesa Collage uzak olduğundan bize yakın San Diego University'nin merkez kampüsündeki kortlarına gitmeye başladık. 

            
    İlk geldiğimiz hafta okulda ve tüm şehirde Haloween, yani bizde bilinen ismiyle Cadılar Bayramı hazırlıkları ile geçti. Amerikalıların buna çok önem verdiklerini gördük. Türkiyede dini bayramlara verilen önemden daha fazlasının burada Haloweene verildiğini gördük.

Aslında antik Britanyada kutlanan Samhain festivalinin yeni versiyonu diyebiliriz. Samhain de ölenlerin ruhlarını kovmak için çeşitli korkunç maskeler takıp gece ateşler yakılıp törenler düzenlenirmiş. Ekim ayının son günü kutlamalar başlamadan bütün evlerin bahçeleri çeşitli korku filmi karakterleriyle donatılıyor. O gece herkes kostümlerini giyip barlarda sabaha kadar içip eğleniyorlar. Çocuklar da kapı kapı dolaşıp şeker topluyor ve şeker komasına girene kadar şeker yiyorlar. Turuncu balkabaklarını oyarak içine mum yakıp korku filmi efektleri eşliğinde eğleniliyor. Okulda da bize balkabağı oyma dersi verdiler. 



En güzel kostüm yarışması yapıldı. Maksat eğlence olsun aslında ve ticaret devam etsin. Birbaşka çok önemli bayram da Şükran günü yani Thanksgiving. Bu da kasımın sonunda kutlanıyor. Genelde aile büyükleriyle bir araya gelinip hindi, mısır ve patates pişirilip hep beraber yeniyor. Cynthia'nın da kızı ve nişanlısı o gün geldiler ve hep beraber yemek yedik. Tabi biz de boş durmadık ve kısır ve mercimek köftesi yaparak sofrayı zenginleştirdik. Okula da aynı yemeklerden götürüp kutlamalara eşlik ettik. 



Anlamı hasata ve geçmiş yılın tüm nimetlerine şükretmek için kutlanan bir ulusal bayram. Başka bir hikaye de var. ABD topraklarına göç eden ilk yerleşimciler bir süre sonra açlıkla mücadele etmeye başlayınca yardımlarına Kızılderililer yetişiyor ve kendi yemeklerini onlarla paylaşıyorlar. Ardından gelenekselleşen bu yemek şöleni günümüze kadar geliyor. Gerçi kızılderili katliamı düşünülünce pek onlara şükrettiklerini sanmıyoruz. Şükran gününün ertesi günü ise kara cuma dedikleri alışveriş indirimleri günü başlıyor. Mağazalar ellerinde kalmış tapon malların fiyatlarını indirerek stoklarını eritmeye çalışıyor. İşe yarar ürünlerin fiyatlarında ise bir değişiklik yok. Biz de ilk başta bedavaya telefon, spor ayakkabı falan alırız hayaline kapıldık ama allahtan çabuk uyandık. Yemek işine gelirsek Amerikalıların çoğunluğu yemek yapmayı bilmiyor ve fastfood, pizza ve çin yemekleri başta olmak üzere ne bulurlarsa yiyorlar. Evde yanımızda getirdiğimiz tarhana, bulgur, mercimek ile yaptığımız çorbalar ve yemekleri yiyenler unutamadılar.Bir seferinde Nursima karnıyarık yaptı ve Chynthia parmaklarını yedi. 

Trafiğe değinecek olursak, İstanbulda yaşayan biri için trafik kuralları neymiş, tekrar hatırlıyorsunuz. Sokaklarda park ederken boyalı kaldırımların içinde olmanız gerekiyor. Kırmızı kaldırımlar yasak. Arabaların burnu soldayken karşıya bakmak zorunda. Ters park edemezsiniz. Saat başı her sokak için ayrı bir memur geziyor ve yanlış yere park edene cezayı yapıştırıyor. Bazı sorular sorduğumda insanlar söz birliği etmişçesine "istersen bir dene" diye cevap veriyorlar. Herkes hızlı ve karşısındakine yol verme yarışında. Dörtyola gelince yerdeki STOP yazısında durup sağa ve sola bakmak ve senden önce stopa girene yol vermek zorundasınız. Bunlara uyunca trafiğin bizdeki gibi sinir krizi geçirtecek birşey olmadığını sadece yol vererek trafik sıkışıklığının çözülebileceğini anlıyoruz. Ama otobana çıkıldı mı bunu söylemek imkansız. Özellikle kadın şoförler inanılmaz hızlı ve sizin de hızlı gitmeniz için arkanıza yapışıp sizi rahatsız ediyorlar. Navigasyonla dolaştığımız için ilk zamanlar bütün çıkışları kaçırıp benzin masrafımızı ikiye katladık. Çünkü sağdaki çıkışa girmek için birkaç mil öteden en sağ şeride geçmek gerekiyor eğer erken geçerseniz o çıkıştan çıkmak zorunda kalıyorsunuz. İstanbuldaki taksiciler gibi yolun sonuna kadar gideyim ordan kafamı sokayım nasıl olsa enayinin biri yol verir mantığı buralarda işlemiyor.

             Tanıştığımız Amerikalıların büyük çoğunluğu evlerinde bir değil iki, hatta üç köpek besliyordu. Tabi herkesin evinin kocaman arka bahçesi var ve köpekler burada rahatça yaşayabiliyor. Cynthia nın köpekleri Dolly ve Seydi de bizim yemeklerin bir numaralı düşkünleriydiler. 

Hafta içi pazartesiden perşembeye kadar okula gidiyoruz ve sonra 3 günümüz boş oluyor. Biz de San Diego'nun gezilebilecek her yerine gidiyoruz.

 OLDTOWN : San Diego eskiden Meksika şehriymiş ve sonradan ABD ye katılmış. O yüzden Meksika kültürü yoğun şekilde hissediliyor. Burası eski evlerin ve restoranların olduğu tamamen turistlere yönelik bir mahalle. Haloween zamanı olduğundan burada da Meksika da kutlanan Ölüler Bayramı temalı süslemelerle çok renkli görüntüler vardı.

DOWNTOWN : Şehrin merkezi, çok katlı binaların, büyük şirketleri barındıran gökdelenlerin bulunduğu, trafiğin yoğun olduğu ve her türlü sosyal ve kültürel etkinliklerin yapıldığı bölge. Merkez kütüphane, Petco Park beyzbol stadyumu, Convention Center, Little Italy bu bölgede bulunuyor. Ayrıca limandaki Convention Center in karşısından başlayan Gaslamp Quarter caddesi bu bölgenin en renkli  barları ve restoranlarının olduğu eğlence merkezi. Ayrıca San Diego, ABD deniz kuvvetlerinin merkezi olduğundan liman ve marinadaki gemi müzesi görülmeğe değer. 






Bu bölgenin en kötü yanı kalabalık bir homeless yani evsiz insanlar nüfusuna evsahipliğini yapması. Bu homeless'lere de değinmek gerekirse büyük çoğunluğu madde bağımlısı ve çalışma hayatını reddetmiş, eli ayağı sağlıklı, saçı sakalı birbirine karışmış, pislik içinde sokaklarda yaşayan tuhaf insanlar. Ama öte yandan da hiçbir kötü tecrübe yaşamadık.    
HARBOUR : Gaslamp Quarterdan sahil tarafına yürürseniz sağ tarafta biraz ileride devasa uçak gemisi Midway'i görebilirsiniz. Şimdilerde müze ve kafeterya olarak kullanılan geminin yanındaki parkta da sevgilisine veda öpücüğü veren denizci askerinin dev bir heykeli bulunuyor.  



BALBOPARK  : Downtown ın biraz kuzeyinde yeralan bu devasa parkta en önemli müzeler yer almakta. Dünyanın en büyük hayvanat bahçesi de bu parkın içinde. Önemli günlerde çeşitli etkinliklerin de yapıldığı Balboa Parkı gezmek için okuldan aldığımız öğrenci belgesiyle her salı günü müzelere ücretsiz girdik. Otomobil müzesi, doğal tarih müzesi ve Uzay ve havacılık müzesi en beğendiklerimiz oldu. Apollo 7 uzay aracı ve aydan toplanan taşlar ile eski model uçaklar gerçekten görülmeğe değer.
.



PASIFIC BEACH : Şehrin en beğendiğimiz bölgesi. Orta sınıf genç nüfus genelde bu sahilde ve barlarda eğleniyor. Dalga sörfü California sahillerinin vazgeçilmez eğlencesi. Hemen herkesin elinde sörf tahtası, sahilboyunca okyanus dalgaları arasında, sabahtan hava kararıncaya kadar en iyi dalgayı yakalamaya çalışıyorlar.  
LA JOLLA : Bence San Diegonun en şık bölgesi. Bana Kadıköy Moda semtini anımsattı.Şehrin en pahalı evlerinin bulunduğu bölgede sokakları gezerken evlerin her birinin ayrı güzellikte olması, bahçelerin bakımı ve süslemelerin zenginliği bizi kendisine hayran bıraktı. Şehrin biraz daha elit kesiminin yaşadığı semtin sahilleri de aynı zamanda deniz aslanları ve fokların yaşam alanı. Bu arada Amerikalıların doğal yaşamı bozmadan nasıl şehir kurulur konusunda da ne denli bilinçli olduğunu görüyoruz. 


CORONADO ADASI
 : Şehir merkezinin tam karşısındaki adaya giden köprüden arabayla geçerken sanki dev bir rollercoaster'a bindiğimizi sandık. Köprü o kadar kavisli ve yüksek yapılmış ki rampa yukarı çıkarken gökyüzüne bakıyorsunuz. Adada deniz kuvvetlerinin merkezi var. Bir de buranın en ünlü oteli Otel Del Coronado. Ahşap yapım otel 1800 lerden beri hizmet vermekte. İsterseniz barında oturup birşeyler içebilirsiniz isterseniz de bahçedeki iki yüzme havuzundan birinde yüzüp diğerinde buz pateni yapabilirsiniz. Yazlık evler kanallarla ayrılmış ve evlerin arka bahçesinden kanaldaki teknenize binip okyanusa açılabiliyorsunuz.




HILLCREST : Merkezin biraz dışında bir barlar ve restoranlar bölgesi. San Diego aynı zamanda eşcinsellerin özgürce yaşadığı ve evliliklerin yasal olduğu bir şehir ve Hillcrestin tam ortasında devasa bir LGBT bayrağı dalgalanıyor. Buradaki mekanların çoğunda eşcinsellerin renkli görüntülerini görmek mümkün.




NORTHPARK : Hillcrest bölgesinden doğu yönüne 3 mil giderseniz bir başka barlar bölgesi Northparka varıyorsunuz. Burada da her barda 1 bira içilebilen beerwalk yapabilirsiniz. 

MISSION BAY PARK : Burası okyanusun girinti yaptığı ve bir iç göl gibi olan, üzerinde küçük adacıkların olduğu, insanların hafta sonu barbekü yapıp çeşitli su sporları ile uğraştığı kitesörf, jetski, pedal yaptığı, köpek gezdirdiği harika bir yer. Amerikan sincaplarını da burada bolca görebilirsiniz.



POINT LOMA : Burası avrupadan gelen Cabrillo'nun ilk yerleştiği bölgeymiş. Onun adına da ulusal anıt yapılmış. Bir de yarımadanın en ucundaki tarihi fener gezilebilir. Ama ulusal mezarlığı geçer geçmez yarımadaya giriş ücreti istiyorlar. 5 $.

SUNSET CLIFF : Point Lomaya doğru giderken sola denize doğru döndüğünüzde lüks evlerin bulunduğu ve günbatımının en güzel izlendiği yerlerden biri olan Sunset Cliff'e varıyorsunuz. Adını sahildeki sarp kayalıklardan alan semtte sahildeki patikalarda yürüyüş yapıp gün batımını izleyebilirsiniz. Kıyıda da birçok sörf noktası bulunuyor.

OCEAN BEACH : Point Loma'nın kuzeyinde yeralan bölgede genelde hippiler sokaklarda takılmakta. Merkez cadde olan Newport ave. de hafta sonları kurulan farmer markette gezebilir değişik lezzetler tadabilirsiniz. 

POTATO CHIP ROCK : San Diegodan arabayla 50 dakikalık mesafede bulunan hiking turu yapılan  bu ilginç kayaya ulaşmak için Mount Woodson tepesine 2.5 saatlik bir yürüyüşle tırmanmak gerekiyor. Zorlu tırmanış sonunda ise bu gibi fotoğrafları çekmek için eğer hafta sonu gittiyseniz kuyruğa girmeniz gerekiyor. 

TIJUANA : San Diego Meksika sınırında bir şehir olduğundan sınırın karşı tarafındaki Tijuana sehri de günübirlik gezmek isteyenlerin ilgi odağı oluyor. Biz de bir günümüzü bu şehri gezmeğe ayırdık ve sabah en güneydeki semt San Ysidiro 'ya giderek buradaki büyük outletlerin bahçesine arabamızı park ederek hemen parkın karşısındaki sınır koridorundan Meksika tarafına yürüyerek geçtik. Amerikan polisi bize 1 günlük vize verdi ve koridorun diğer tarafındaki Meksika polisi de 1 günlük vizeyi onayladı. Tijuana tarafına geçince sıkı bir yürüyüşle şehri 1 günde bitirebilirsiniz. Arabasız geçmemizin sebebi ise saatlerce kuyrukta beklenmesi. Çünkü günübirlik çalışan çok sayıda Meksikalı hergün buradan San Diegoya çalışmaya gidip geri dönüyor. Bu tarafa geçince fiyatlar bir hayli ucuz geliyor. Güzel Meksika yemekleri yemek için bile günübirlik gidilebilir.