10 Temmuz 2012 Salı

KENYA'DA SAFARİ
















KENYA  15.11.2010


Türk Hava Yollarının tarifeli uçağı ile gece 03:00 gibi Kenya’nın başkenti Nairobi’ye indik. Otelimize yerleşip kısa bir uykudan sonra 4 x 4 Toyota Land Cruiser jiplere binerek Abandones milli parkına doğru yola çıktık. 4 saatlik zorlu bir yolculuktan sonra ana yoldan araziye girip kamp alanımıza vardık. Küçük bir göl kenarında kurulmuş lüks çadırlardan oluşan kampımız çok büyüleyici. Gölde çeşitli su kuşları, karşı kıyıdaki impala sürüleri, manzaranın vaz geçilmezleri.
 Ana kulübede küçük bir restoran kurulu ve bahçede bir marabu dolaşmakta. Kısa süre içinde ortama alışıyoruz ve bu muhteşem ortamın tadını çıkarıyoruz. Öğle yemeğinin ardından arazide yürüyerek bazı hayvanları görebileceğimiz söylenince tedbirsizce yola koyulduk ve bunun cezasını bastıran sağnak yağmurda sırılsıklam olarak çektik. Islanmamıza rağmen bir babun sürüsünün yanından geçerek impalaların ve tompson ceylanlarının bulunduğu düzlüğe gelip buradan bir şelalenin önüne kadar yürüdük.


Tabi önümüzde silahlı rangerler olmak suretiyle. Çadırlara geri döndüğümüzde hava kararmadan jiplerle de gezileceğini öğrendik. Ama yatağa girince bu geziyi kaçırdık.İyi ki de kaçırmışız çünkü gidenlerin jipi şiddetli yağmurda çamura saplandı ve hava karardı. Etrafta gece avlanan yırtıcılar olduğu düşünülürse bir de telsiz bağlantısı kesilince endişelenmedik değil. Neyseki korkulacak bir durum olmadı ve akşam yemeğinin ardından yakılan şöminenin başında Nursima’nın yeni yaşını kutladık.  
Sabah erkenden jiplere atlayıp kuzeye doğru yola koyulduk. Varış noktamız Nakuru Milli parkı. Yolda ekvator çizgisinden geçerken suda dönen kibrit  testi yapan ve bahşiş toplayan yerlileri görüntüledik. 
Çocukken Barış Manço’nun programında seyrettiğim bu test gerçekten çok ilginç. Çizginin kuzeyinde çöp sağa dönerken güneyinde sola dönüyor ve çizginin üzerinde hiç kıpırdamadan duruyor. Yolumuzda ilginç ağaçlar görüyoruz. Dev akasyalar ve üfobya denilen bir kaktüs her yerde yetişiyor.Öğleden sonra Nakuru milli parkına giriş yapıyoruz. Otele yerleşip hemen ilk safarimize çıkıyoruz. Nakuru Gölünün etrafı antilop, zebra ve bufalo sürüleriyle; içi de flamingo ve pelikan sürüleriyle dolu. 
Jipimizin dolaştığı patikalar ise babun maymunlarının alanı. Daha içerilere doğru ilerledikçe zürafalar, domuzlar, gergedanlar, zebralar ve otlayan hayvanları gözetleyen aslanlar harika görüntüler veriyor. Yaklaşık 2,5 saatlik turumuzu tamamlayıp otele dönüyoruz. Sıcak duş ve temiz yatakların cazibesi bizi mutlu ediyor. Sürekli jiple arazide dolaşmak ve fotoğraf çekmek gerçekten çok yorucu.


Ertesi gün kahvaltımızı yapıp erkenden yola koyuluyoruz. Bu günkü varış noktamız ünlü Massai Mara. 5 saatlik yol o kadar engebeli ve sarsıntılı ki arabada oturmaktan yorgun düşüyoruz. Sonunda Massai Mara milli parkının kapısından girdiğimizde buraya ait  o kadar çok belgesel izlemişiz ki sanki tanıdık bir yere gelmiş gibiyiz. Öğlen yemeğinden sonra gerçek bir Massai köyü görmeye gittik. Tabi ortam turistik şovlara dönüştü. 


Önceköyün gençleri hoş geldin dansları yapıp kendilerine özgü zıplamaları yaptılar. En yükseğe zıplayan köyün en güzel kızını alırmış. Tabi biz de zıpladık ama adamlar gerçekten bu konuda süper. Bence Kenya milli voleybol takımını Massai yerlilerinden oluştursalar asla şampiyonluğu başka ülke alamaz. Daha sonra köyün içini ve evleri gezdik. Ev dedikleri çamurdan 3-4 metrekarelik üstü saz ve yaprakla örtülü odalar. Buralarda inekleri ile beraber kalıyorlar. İnek insandan daha kıymetli çünkü sütü sağılıyor. 

Çocuklar köyün en eğlenceli grubu. Her yaştan 30-40 civarı çocuk peşimizde bizi inceliyorlar. Biz de yanımızda getirdiğimiz şeker ve balonları ortaya çıkarınca köy meydanında büyük bir izdiham yaşanıyor. Neyse büyüklerden biri elindeki sopayla grubu dağıtıyor ve hepsini duvarın dibinde hizaya sokuyor. Teker teker elimizdekileri dağıtıyoruz. Ardından köyün erkekleri ve kadınları kolye , bileklik türü eşyaları bize satmaya çabalıyorlar. Bu çabaları da bir adet aslan dişinden kolye ile savuşturuyoruz. Hava kararırken otele geri dönüyoruz. 
Akşam yemeğinin ardından ertesi gün yapacağımız 3 safariyi düşleyerek erkenden uyuyoruz Sabah 6:00 da ilk game drive başlıyor. Yolumuzun üstündeki erkek aslan yolun kenarında tüm heybetiyle oturup bizi seyretti. Bu esnada tepenin ilerisinde bir çitanın avlandığı haberini alınca hızlıca oraya gittik. Ama avın sonuna yetiştik. Çita yavrusuyla bir çalının gölgesinde nefes nefeseydi ve avladığı tompson ceylanı da yanında ölü vaziyette yatıyordu.Devam ettikçe otlayan fil sürülerini gördük. 


Sessizce belli bir mesafeye kadar yanaştık. Muhteşem yaratıklar bize şahane fotomodellik yaptılar. Biraz daha devam ettiğimizde dans eden devekuşu bize harika bir gösteri sundu. Öğlen ve akşam safarileri de birbirinden eşsiz görüntülerle geçti. Mara nehrinde yatan su aygırları ve kenarda bekleyen devasa timsahları belgeselde değil de canlı görmek unutulmaz. Dere yatağında zebrayı parçalamış mideye indiren erkek aslanın hemen yukarısında esas zebrayı yakalayanın dişi aslan olduğunu ve erkeğin en iyi tarafı bitirmesini beklediğini görüntüledik. 

Son şovu gene aslan sürüsü yaptı. 11 dişi aslandan oluşan sürü büyük bir cesaretle yüzlerce bufalonun bulunduğu  sürüye saldırdı.Ama büyük erkek bufalolar duvar olup aslanları püskürttüler. Daha sonra aslanlar  hep beraber biraz ötedeki tepeye oturup sürüyü dikkatle izlemeye ve havanın kararmasını beklemeye başladılar. Ama bizim şöförümüzün havanın kararmasını beklemeye niyeti yok. Otele döndüğümüzde canlı müzik çalıyordu ve bizde salsa ritimlerine dayanamadık artık safari maceramız burada son buldu.   

Sabah uzun ve yorucu bir 5 saat sonunda Nairobi’ye vardık. Varır varmaz bir araba kiralayarak çok istediğimiz zürafa çiftliğine (Giraffe Manor) geldik. Burası gecekondu mahallelerinin bitiminde geniş bir araziye kurulmuş. Yuvarlak şekilde ağaç bir platformun etrafında gezinen zürafalara elimizle yemlerden vermek müthiş keyifliydi. Buradan da akşam saat 20:00 de meşhur Carnivore restorana gittik. Burada çeşitli hayvan etlerini sen dur diyene kadar sırayla getiriyorlar. Safaride gördüğümüz bir çok antilop,deve kuşu, ceylan ve timsah etinin tadına baktık. 

Enteresan olmasına rağmen kimsenin gelen etlerin tamamını yemediğini ve bir ısırıktan sonra gerisinin çöpe gittiğini gördük. Bu da bu fakir ülkeye hiç yakışmadı. Yemekten sonra uçağımızı beklemek üzere 24 saat açık olan bir markete gittik. Çay,kahve,çikolata gibi ıvır zıvır alarak 3:40 İstanbul uçağına binmek üzere Nairobi havaalanına geldik.     

9 Temmuz 2012 Pazartesi

MALDİVLER ' DE HUZUR

                                                                                14.03.2008




Katar havayollarının Doha aktarmalı yolculuğumuzun ilk kısmı 3,5 saat sürdü ve Doha Ramada da bir gece konakladık.
Bu arada Doha , Dubai gibi ticaret merkezi olmaya aday bir şehir.Yeni gökdelenler ve sitelerin inşaatları tarafından çevrilmiş vaziyette. Kullanılan arabalar devasa jipler. Nasıl olsa benzin çok ucuz.




  




















Sabah erkenden Maldivlere kalkan uçağımıza bindik. 4 saat 15 dk.lık yolculuğun ardından harika manzaralar uzaklardan gözükmeye başladı. Hulhule havaalanı tek bir pistten oluşan ayrı bir ada. Sanki denizin üzerine iniyormuş hissine kapılıyorsunuz. Uçaktan indiğimizde üzerimizdeki kışlık kıyafetleri çıkardık. Hava çok nemli ve sıcaktı. 30 derece civarındaydı. Havaalanından çıkışta bizi karşılayan sempatik Maldivli, özel sürat motorunun bizi beklediğini söyleyip bavullarımızı motora kadar taşıdı. Sürat motorunda giderken buranın sanki bir su dünyası olduğunu düşündük. 15 dk. sonra cennet adamızdaydık. Yani Paradise Island.Bizi karşılayan görevli resepsiyona kadar eşlik edip hoşgeldin kokteyli ikram etti. Odamıza yerleşip hemen kendimizi denize attık. Sanki ıssız bir adaya düşmüş gibiydik. Ortalıkta kimseler gözükmüyordu. Sahildeki beyaz kumlar ve turkuaz deniz bizi büyülemişti. Hava bulutlu olmasına rağmen deniz suyu ve hava çok sıcaktı. Kumsaldaki kabuklu böceklerle oynarken birden yağmur bastırdı. 






















Ada çeşitli tropik ağaçlarla kaplıydı ve ağaçların üzerinde uçuşan dev meyve yarasalarını görünce garip bir hisse kapıldık. Ağaçlara tırmanan çeşitli renklerdeki kertenkeleler de hiç görmediğimiz güzellikteydi. Sahildeki yürüyüşlerde küçük yavru köpekbalıklarını görmek çok sıradanlaşmıştı. Akşam erken oldu ve yol yorgunu olduğumuzdan hemen odamıza çekildik Saatimizi kurmayı unutunca da akşam yemeğini kaçırmış olduk.

















Ertesi gün erkenden kalkıp dalış için hazırlık yaptık. İlk dalışımızı öğleden sonra   yapabileceğimizi söylediler. Bizde kıyıdaki çeşitli renkli balıkları keşfe çıktık. Adanın çevresindeki mercan kayalıklarında yüzdük. Öğleden sonra ekip liderimiz Oliver adlı fransızla kıyıdan dalışa başladık. Deniz dibi çok canlı ve renkliydi. Her renkten balıklar etrafımızdaydı. Bizi en çok etkileyen mağaranın birinden aniden çıkan yeşil kaplumbağa oldu. İkimizin arasından süzülüp açığa doğru yavaş yavaş yüzmesini görüntüledik. Kayaların içindeki mürenleri görüntüledik. Ertesi gün ikinci dalış için başka bir noktaya tekne ile hareket ettik. Hava sağanak yağışlı ve deniz de dalgalıydı. Dışarısı 27 derece suyun sıcaklığı ise 30 derece idi. Bu dalışın lideri Kazuko adlı bir Japon kızı. 
Ekiptekiler tanışırken Türk olduğumuzu öğrenen bir Fransız bize Türkçe "merhaba,nasılsınız” diyerek bizi şaşırttı. 7 sene bursada Renault fabrikasında çalışmış ve Türkiyeyi ve Türkleri çok sevdiğini söyledi Öğrendiği türkçeyi unutuyor olmak onu  çok üzüyormuş. Bu dalışımızda yine çok renkli geçti. Tropik balıkların ve canlıların bir çoğunu gördük.Adaya geri dönüp öğlen yemeğimizi yedikten sonra üçüncü ve son dalışımızı yapmak üzere Oliver ile beraber Maagiri adasına doğru yola koyulduk. Bu dalışta kumun içinde bir çayır tarlasını andıran ve yanına yaklaştıkça kuma kaçan balıklarla oynadık.


 Dev tırtılı andıran deniz hıyarı ile fotoğraf çektik. Benekli dev müreni gıdısından severken hissettiklerimiz tarifsizdi. Önceden biraz çekinsekte beneklilerin diğerleri gibi saldırgan olmadığını öğrendik. Rengarenk mercanlar, balık sürüleri, vatozlar,iskorpitler,aslan balıkları, anemonların içindeki palyaçolar, etrafımızda gidip gelen dev napolyon balıklarını gördükçe devasa bir akvaryumun içinde olduğumuzu sanıyoruz. Tüplerdeki havanın 50 bara düşmesi çıkma zamanının geldiğini bildiriyor. Deko yapıp yüzeye çıkıyoruz.


Akşam üzeri mendirekte dolaşırken renkli yengeçlerin kayaların arasında olağanüstü hızlı hareketleri çok şaşırtıcı ve görülmeğe değer.




Son günümüzü başkent Male adasını gezmeye ayırıyoruz. Öğleden sonra tekne ile yarım saatlik bir yolculuktan sonra yerel  rehberimiz İbrahim ile gezmeye başladık. İslam cumhuriyeti ile yönetilen Maldivlerin en büyük gelir kaynağı turizm ve balıkçılık. Nüfusu 100 bin civarı. Adada ulaşım çoğunlukla  motorsikletlerle yapılıyor ve trafik soldan akıyor. İngilizler burada da iz bırakmış. Eğitim seviyesi düşük ve üniversite yok. 













Balık pazarı mutlaka gidilmesi gereken bir yer ve oldukça canlı. Dev torikler ton balıkları kamyonlarla taşınıyor. Meyve ve sebze hali ise balık pazarı gibi canlı değil ve satıcılar da uzanmış uyuyorlar. Zira sebze meyve dışarıdan geliyor. Küçük bir botanik parkı var ve bir de tarihi camisi var. Caminin en ilginç kısmı binanın parça parça mercanlardan yapılmış olması. Daha sonra bu parçaları birleştirip binayı ortaya çıkarmışlar. Karşısında  devlet başkanının evi var. Toplam 1 saatte şehir bitiyor. Biraz alışveriş edip geri döndük. Dönüş yolunda önümüze talka atan yunus sürüsü çıkınca çok sevindik. Bir süre onlarla beraber ilerledik. Yunuslarla beraber Maldivlere de veda ediyorduk.



4 Temmuz 2012 Çarşamba

KARADENİZ GEZİSİ


                           

14.08.2005
Gezimiz aksaklıklarla(otobüsümüz daha ilk kilometrelerde bozulmuştu) başlasa bile gezi arkadaşlarımızdan Adalet teyzenin “buna da şükür” telkinleriyle moralimizi fazla bozmamıştık. Grupta Kıbrıs’tan gelen pek çok misafir vardı ve hepsi de çok neşeli insanlardı. Rehberimiz, rehber denemeyecek kadar tecrübesizdi ama “çayır çimen geze geze” şarkısını çok güzel söylüyordu.
İlk durağımız Safranbolu’da Kadıoğlu Şehzade sofrasında öğlen yemeği yedik. 

Safranbolu bükmesi, şehzade pilavı ve safranlı zerde çok güzeldi tarihi evleri gezdikten sonra yola devam ederek akşam Ilgaz Dağı’nda Dağbaşı otelde konaklıyoruz.
15.08.2005

Erken kalkarak Sinop’a doğru yola çıktık. Sinop’taki tarihi hapishaneyi, buranın eski gardiyanı olan Pala ile beraber gezdik. Daha sonra çarşı içinde maket gemi yapılan yere gidip, nasıl gemi yapıldığını izledik. Buradan sonra Sinop kalesine çıkıp, buradan fotoğraf çektirdik. Ardından limandaki iskele üzerinde leziz midyeleri mideye indirdik. Öğleden sonra Gerze ve Bafra üzerinden Samsun’a vardık. 

Burayı Mersin’e benzettim. Orada Bandırma vapuru ile (gerçeği yandığı için aslına uygun olarak 2000 de yenisi yapılmış) ilk adım anıtını gördük. Buradan Ünye-Fatsa-Ordu üzerinden Piraziz’deki Park Otel’e gelerek konakladık.( Giresun’un şirin bir ilçesi.)
16.08.2005
Kiraz’ın anayurdu, fındığın başkenti Giresun (Kerasus) dayız. Tepedeki kaleye çıktık. Aynı zamanda mesire yeri de olan yeşil ve güzel bir yer. Ayrıca Kurtuluş savaşında bu bölgedeki insanları örgütleyen Topal Osman’ın anıt mezarını ziyaret ettik. Mesire yerindeki minik şelale kenarında oturduk. Buradan Karadeniz’in tek adası olan Giresun (Ariteas) adasının önünden geçerek Görele üzerinden Akçaabat’a vardık. Nihat usta’nın leziz köftelerinden yedik. Öğleden sonra 2640 mt.deki Ovit
dağına çıkıyoruz.
 Dağların arasındaki Buzul gölünü gördükten sonra İkizdere üzerinden Rize’ye varıyoruz. Son durağımız Kaçkar otel. Akşam botanik parkına dik bir yokuştan zorlu tırmanışla iki demlik çay ile hararetimizi söndürüyoruz.
17.08.2005
Nemli, sıcak ve sinekli bir gecenin ardından Rize’ye dönmemek üzere Sarp sınır kapısına doğru yola çıkıyoruz.

 Sınır bölgesindeki sahilde yurdum insanı ile yabancılar arasındaki farkı bir kez daha görüyoruz. Gürcülerin plajı denize giren insanlarla kaynarken bizim plajda kocaman bir cami var. Alış-veriş ve fotoğraf molasının ardından Ardeşen-Çamlıhemşin üzerinden Fırtına vadisine geçiyoruz. 
Yol üzerindeki tesiste alabalık, mıhlama, kuru fasulye, pilav ve fırın sütlaç yiyoruz. Yemeğin ardından çalan tulum eşliğinde horon tepiyoruz. Bunu gören lokanta çalışanları da dayanamıyor ve bize katılıyor. Ayder yaylasında tipik bir Karadenizli olan şoför Mustafa’nın sürdüğü minibüse binerek aşağı ve yukarı Kavron yaylalarına çıktık. Yayla evlerini gezerken sinema sanatçısı Uğur
Yücel’i de görüyoruz. Dönüş yolunda Kıbrıslılardan biri kamerasını orada bir kayanın üzerinde unutunca minibüs geri dönüyor. Yolda Cimilli İbo’nun şarkıları ile coşarken şoförümüz arabayı durduruyor ve oynamaya başlıyoruz. 
Bu arada tulumunu çıkarıp çalmaya başlayınca yolun kenarında hep birlikte horon tepmeye başlıyoruz. Akşam yemeğimizi Sis otelde yiyip, biraz daha tepede olan pansiyonumuza çıkıyoruz. Bavullarımızı yukarıya teleferikle çekiyorlar. Liligum dağ evine ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz. Burayı sevimli bir aile işletiyor. Pencerelerimizden dağ manzarasını
izliyor ve temiz havayı koklayarak uykuya dalıyoruz.









18.08.2005
Sabah bazılarımız kaplıcaya girmeyi tercih ederken biz yaylayı gezmeyi tercih ediyoruz. Buradan Özçay çay fabrikasında çay üretimini görüyoruz.
Yolumuza devam edip Uzungöle varıyoruz. Uzungöl, Haldizer nehrinin birikmesiyle oluşmuş. Manzarayı yukarıdan seyretmek için Lustra ve Karester yaylasına çıkıyoruz. 2250 mt yükseklikte ve bulutların üzerinden Uzungölü seyretmek insana ilahi duygular veriyor. Akşam kaldığımız Sezgin motelde düzenlenen Karadeniz gecesinde yine horon tepiyoruz.

19.08.2005
Sabah Trabzon-Maçka yoluyla 1800 rakımlı Zigana tünelinden geçtik. Tünelin uzunluğu 1700 mt. İdi. Oradan Gümüşhane’ye bağlı Torul ilçesindeki Karaca mağarasını geziyoruz. Öğlen yemeğinden sonra Sümela Manastırı’na doğru yola çıktık. Sümela’nın ilk ismi Orostomelas imiş. Sarp yolu minibüsle belli bir noktaya kadar çıkıp, buradan kısa bir tırmanışla manastıra ulaşıyoruz. Adalet teyze bastonuyla hepimizden önce yukarıya çıkıyor bile. Duvardaki rölyeflerin üzerindeki çeşitli milletlere ait imzalar yüreğimizi acıttı. 

Buradan Trabzonun merkezine geçerek Atatürk’ün kaldığı harika evi geziyoruz. Daha sonra Beşikdüzü ilçesindeki Best otele yerleşiyoruz.
20.08.2005
Sabah erkenden Ordu’ya varıyoruz. Ordu’yu Boztepe’den kuşbakışı izliyoruz. Buradan Ordu’nun ünlü ailesi olan Paşaoğlu’nun konağının önünden geçerek Amasya’ya doğru yol alıyoruz. Amasya’nın ismi Amezia’dan geliyormuş. Coğrafyanın babası sayılan ünlü Strabon burada ölmüş. Yeşilırmağın kenarında cumbalı evler sıralanmış. Evlerin arkasında kaya mezarları var. 2. Beyazıt külliyesi oldukça büyük ve ihtişamlı bir yapı. Nehir kenarındaki Ferhat ile Şirin’in heykellerinde verdiğimiz fotoğraf molasından sonra
akşama doğru Çorum Büyük otele varıyoruz.


































21.08.2005
Sabah erkenden Alacahöyük’e gidiyoruz. Hititlerin başkenti olan Hattuşa’daki kalıntılar M.Ö. 5500 e kadar gidiyor. Kentin giriş kapıları ve Yazılıkaya görülmeye değer yerler arasında. Yazılıkaya, en büyük açık hava tapınağı olarak geçiyor. Burayı 1000 tanrılı medeniyet olarak da tanımlıyorlar. Tarihi, tüm hücrelerimizde hissettiğimiz bu saatlerin sonunda, gezimizin de sonuna geliyor ve eve dönüş için yola koyuluyoruz.
  Bir başka gezide görüşmek üzere…..

2 Temmuz 2012 Pazartesi

SELANİK - YUNANİSTAN


SELANİK 2012
Uzun zamandır otobüs yolculuğu yapmadığımızdan yol gözümüzde büyüyordu. Akşam saat 22:00 da yola koyulduk. Tekirdağ’da verilen molanın ardından İpsala Sınır kapısından çıkış yaparak Meriç nehrini geçip Yunanistan’a girdik. Gümrük işlemleri uzun sürmedi ve Kavala yakınlarındaki kahvaltıdan sonra yola devam ederek saat 10:30 da Selanik ’teydik.Yolda dikkatimizi çeken otoban kenarındaki küçük şapeller oldu. Bunlar burada kaza geçirip ölenler anısına yapılıyormuş.

İlk durağımız Aya Dimitri Kilisesi.Bizans dönemindeki bir arenanın üzerine yapılış hikayesi de var. Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı yıllarda burada Hıristiyan olan iki gladyatör ölümüne dövüşü reddedince kral ikisini de idam ettirmiş ve zaman içinde bu iki gladyatör aziz mertebesine yükseltilmiş. Kemikleri de burada. Kilisenin içinden dar bir merdivenle aşağı inildiğinde alt kısmın ne kadar büyük bir alan olduğunu tahmin etmek zor. Burada Sultan Beyazıd’ın bir mermer kitabesi de dikkatimizi çekiyor. 1483 te burasını camiye çevirmişler ama Yunanlıların eline geçince tekrar kilise olmuş. Bir de burada olduğu gibi her önemli binanın önünde kocaman Yunan bayrağı ile birlikte Bizans bayrağı da dalgalanıyor. 

Kilisenin biraz ilerisinde Türk büyükelçiliği ve aynı bahçe içinde Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev var. Ama bizim için çok önemli olan bu ziyaret hüsranla bitiyor çünkü burası tadilata girmiş.  Tabi tur rehberi bunu bize buraya gelince söylüyor. İçeri girmeden sadece dışarıdan bakıp fotoğraf çekiyoruz ve buruk bir şekilde buradan ayrılıp Osmanlının da ilavede bulunduğu şehir surlarını takip ederek tepedeki kaleye çıkıyoruz. Buradan Selaniği kuş bakışı izlemek mümkün. Panoramik fotoğraflar çekiyoruz.
 Kalenin dar kapısından otobüsümüz geçerken arkadaki taksi ile küçük bir çarpışma yaşıyor ve uzun tartışmalar sonucu 50 € vererek taksiciyi razı ediyorlar. Bazı evlerin pencereleri ve balkonları mavi boyalı.Bu da burada oturanların Türk olduğunu gösteriyormuş. Nazardan koruması için mavi boyama gelenek olmuş. Yolumuza devam edip Osmanlının inşa ettiği ve buranın simgesi sayılan sahildeki Beyaz Kule’ye varıyoruz. Gerçi artık rengi beyaz değil. Zaman içinde boyası dökülmüş. 



Burada seyyar simitçi bizi Türkçe karşılıyor. Başında  Türkiye mübadele derneği  şapkası var. Tabi adamın bütün simitleri kapışılıyor. Sahil şeridi İzmir kordon boyuna benziyor. Biraz sahilde yürüyüş yapıp ilerideki Capsis otele giriş yapıyoruz. Dışarı çıkınca otelin karşısındaki börekçiden börek alıyoruz. Esnaf Türkçe konuşuyor ve herkes türkleri gerçekten seviyor. Yoldan geçerken otobüsün plakasını gören insanlar el sallıyor ve gülüyorlar.Hatta otobüs durduğu sırada yunanlı bir kadın içeri girerek Türkçe bir şeyler söyledi ve Türkiye’ye selam yolladı. Demekki halklar arasında bir problem yok. Otelden kısa bir yürüyüşle Aristoteles meydanına geldik.Burası Selaniğin en merkezi yeri.

 Sahilde beach volley turnuvası var ama kalabalık ve oturacak yer bulamıyoruz. Dükkanların birçoğu kapalı. Artık krizden mi, siesta mı, yoksa cumartesi diye mi anlayamadık. Biraz ileride Selanik Katedrali var ama kapalı. Açılmasını beklemek için köşedeki kafeye oturup limonata ile vakit geçiriyoruz. Burada her istenen içeceğin yanında bir bardak ta buzlu su getiriyorlar. 17:30 da katedrali açıyorlar. İçerideki fresk ve ikonalar canlı ve çarpıcı. 

Buradan Aya Sofya kilisesine geçiyoruz ve burada bir çocuğun vaftiz töreni var. İlk defa bir vaftiz töreni seyrediyoruz. Çocuğun sempatik hareketlerini unutamıyoruz.Gelen misafirlere nazar boncuğu takıyorlar. Ayrıca çıkışta da nikah şekeri gibi süslü şekerler dağıtıyorlar.

Akşam oluyor ve biz de yemek için balık pazarının içinde bulunan daha önce internetten bulduğumuz To Dixty tavernayı buluyoruz. Dar bir sokakta asma ağacının gölgelediği bir köşedeki mavi sandalyeli şirin bir lokanta. Menüdeki ızgara ahtapot,kalamar,kılıç balığı, salata ve uzo mükemmel J Yemek sonrası dondurmalı tatlı şirketten. Hesap da çok uygun dört kişi toplam 53 € . Bu arada karşımızda iki müzisyen de yunan müzikleri çalıyorlar. Yorgunluğa daha fazla dayanamayıp tavernadan mutlu bir şekilde ayrılıyoruz.

Ertesi gün saat 10:30 da yola çıkıyoruz. İstikamet Kavala. Burada kısa bir tur yapıyoruz. Önce Mehmet Ali Paşa caddesinde Osmanlıdan kalma su kemerlerini

Görüyoruz. Kemerlerin yanındaki yokuştan tepedeki kaleye çıkıyoruz. Dar yoldaki bakımlı evler, çiçekli balkonlar çok şirin. Kaledeki moladan sonra inişte           To Kotokaki tavernada kalamar,ahtapot,hamsi,salata,uzo dan oluşan menüyü kişi başı 8 € ya anlaşıyoruz. Ben İngilizce konuşurken Türk olduğumu öğrenen lokanta sahibi “Türkçe konuşsana be” diye çıkışıyor J Karnımızı doyurduktan sonra meydandan kavala kurabiyemizi de 4 € ya alıp devam ediyoruz. Yoldaki tabelada kuzey kıbrıstan kan akan bir harita tabela görüyoruz. Bunun sebebini rehberimiz 1974 Kıbrıs Barış Harekatında ençok ölenler Kavalalıymış diye izah ediyor. Üzerinde Remember yazıyor ve sürekli hatırlatmaya çalışıyorlar.
Yolumuza durmadan devam ediyoruz ve İskeçe meydanından geçiyoruz. Burada Osmanlıdan kalma cami ve saat kulesini görüp Gümülcine ye varıyoruz. Batı Trakya Türklerinin kurduğu dernek binasına misafir oluyoruz. Bahçesi çok güzel. İki asırlık çınar ağacının gölgesindeki birkaç yaşlı amca tavla oynuyor. Bizi hoş geldin diye karşılıyorlar. Çay kahve içip dinlendikten sonra burada Türklerin ürettiği Şerafettin Kahvesinden bolca satın alıyoruz.  Yolumuz uzun ve vaktimiz kısa olunca hemen kalkıyoruz. Dedeağaç üzerinden İpsala sınır kapısında dört buçuk saatlik bekleyişin ardından gece 4:30 civarı eve varıyoruz.