Malezya Havayollarıyla THY nin ortak uçuşu ile yaklaşık 10,5 saatte Malezyanın başkenti Kuala Lumpur'a geliyoruz. 10 saat aktarmamız var ve bunu en iyi şekilde değerlendirmek istiyoruz. Malezya Havayollarının ayarladığı Concorde Inn oteli havaalanının yanında olduğundan hemen taksiye atlayıp merkeze gidiyoruz. Bu arada tabelalarda Kuala Lumpur International Airport KLIA olarak kısaltılmış.Taksi 75 rigit. Yani bizim paramızla 50 TL civarında. Zaten hızlı tren de kişi başı 45 rigit. 2 kişi olunca taksi daha ucuza geliyor ve ikisi de yarım saatte merkeze gidiyorlar. Merkezdeki büyük alışveriş merkezlerinin olduğu Bukit Bintang caddesinde taksiden iniyoruz. Büyük avm binaları bir çok lüks markalar ve restoranlarla dolu ama biz akşam 6 dan sonra varabildiğimizden avm ler kapanmış durumda. Biz de sokak restoranlarının olduğu caddede gezip ilginç donmuş metal tepsi üzerinde yapılan meyveli dondurmadan yiyerek buradaki ünlü Petronas ikiz kulelerine doğru gidiyoruz. Bukit bintang dan 15 dakika yürüyerek kulelerin önüne geldiğimizde neden ünlü olduğu anlaşılıyor. Kuleler ve arasındaki köprü ışıl ışıl parlıyor ve göğü deliyorlar. Burası petrol şirketinin merkez binasıymış. Zaten yollardaki benzin istasyonlarının bir çoğunun adı petronas. Fotoğraf çekip tekrar taksiyle otele dönüp yatıyoruz.
Ertesi sabah 1 saat 45 dakika sonra Vietnam'ın 2. büyük şehri Saygon, şimdiki adı Ho Chi Min deyiz. Burada bizi rehberimiz Huy karşılıyor ve otele girişler 12 den önce olmadığı için bizi hemen şehirden 1,5 saat uzaklıktaki Cu Chi tünellerinin bulunduğu yere götürüyor. Burası 1945 -1970 yılları arasında fransız ve amerikan işgallerine karşı yapılan ve Hollywood filmlerine konu olan savaş sırasında gerillaların gizlenip yaşadığı içinde mutfak banyo tamirhane bomba yapımı gibi çeşitli odalara açılan ve ufak tefek vietnamlıların rahatça sığdığı ama yabancı askerlerin giremediği daracık tünellerin olduğu ormanlık bir alan. Tünellerin toplam uzunluğu 3000 metreymiş, tüm girişler o kadar güzel kamufle olmuş ki anlamak imkansız. Pişen yemeklerin dumanı bile baca sistemiyle uzaklara taşınmış.
Bu etkileyici mekanı 1 saatten fazla gezip bilgi aldıktan sonra şehire geri dönüyoruz. Şehrin caddeleri ise motorsiklet işgali altında. Burada herkesin bir motorsikleti var herhalde. Kırmızı ışık yanınca yüzlerce motorsikletli birikiyor ve yeşil yanınca her yöne hücum ediyorlar.Üzerlerinde 4 kişilik aileler,çift kişilik somya taşıyanlar,8 çuval patatesi tek seferde götürenler,buzdolabı taşıyanlar ayrı bir cümbüş.
1800 lerde Fransızlar burayı sömürge haline getirince şehri de Paris sokaklarına göre düzenlemişler ve ortaya da kocaman bir Notre Damme kilisesi yapmışlar. Tam karşısındaki postane binası da fransız tarzı. Hava 32 derece ama nem % 80 lerde olunca kendimizi yakınlardaki Diamond Plazaya atıyoruz. Buradaki Nike, Adidas mağazalarını gezdiğimizde fiyatların Türkiye den çok pahalı olduğunu gördük. Halbuki gelmeden önce giydiğim ayakkabıların Vietnam malı olduğunu biliyor ve ucuza birkaç çift alırım diye düşünüyordum. Sokakta satılan çakma ayakkabılar bile bizim Eminönü tezgahlarında daha ucuz. Neyse plazanın klimalı ortamı bize nefes aldırıyor.Buradan çıkıp sokak pazarlarına dalıyoruz ama kaliteli şeyler bulmak zor. Turistlere yönelik Cho Ben Tanh çarşısı bize pahalı geldi. Birde esnaf müşteriye aşırı şekilde davranıyor kolundan tutup çekiyor. Çarşılarda gezerken dikkatimi çeken bir içki şişesi oldu. Şişenin içine kobra yılanı koyup üzerine viski koymuşlar. Ben de küçük bir tane aldım.
Cho Ben Tanh çarşısının karşı köşesindeki Pho 2000 Nha Hang lokantası şehrin en güzel noodle çorbasını yapıyor. Vietnamın Taksim meydanı diyebileceğimiz lüks otellerin bulunduğu Nguyen Hue caddesinde biraz gezdikten sonra yorulup otele dönüyoruz.
Ertesi sabah Huy bizi saat 8 de alıyor ve Saygon'un güneyine doğru 1,5 saatlik bir araba yolculuğuyla Mekong nehrinin denizle buluştuğu deltaya varıyoruz. Burada özel bir tekne ile gezmeye başlıyoruz. Nehrin üzerinde küçük küçük adalar var ve üzerlerinde ilginç imalathaneler var. İlk gittiğimiz adada
bal imalatı yapılıyordu. Arı kovanlarından nasıl bal toplandığını gösterdiler ve oturduğumuz masaya ikramlarda bulundular. Balın içine limon sıkıp üzerine zencefil dökerek sıcak su ekleyip içtik ve satılan baldan bir miktar satın aldık.
Daha sonra diğer adada tropik meyvelerimizi tadarken yerel sanatçılar eşliğinde çeşitli şarkılar dinledik.
Sonraki durağımız ise hindistan cevizi şekeri yapılan bir atölye. Burada hindistan cevizinin kabuğundan itibaren nasıl karamela şekerine dönüştüğünü adım adım öğrendik. İmalat bitince faytona binip 10 dakika ilerideki kanallara gittik. Küçük bir sandala binerek iki yanı hindistan cevizi ağaçları ile kaplı ve uzeri yapraklarla kaplı tünel gibi kanallarda kürek çekerek teknenin bizi bıraktığı noktaya geldik.
Öğlen oldu ve acıkmaya başladık. Son durağımız bir balık restoranı. Burada pirinçten yapılmış kağıt inceliğindeki lavaşlara balık,noole ve yeşillikler sarıp dürüm yaparak yedik. Noodle çorbası ve karabiberli ve sebzeli pilavı çok beğendik. Ardından jumbo karides ve pirinç topları soslar eşliğinde mideye indirildi. En son gene tropik meyvelerle finali yaptık. Vietnam mutfağı bence yediğinizin içinde ne olduğunu bildiğiniz müddetçe harika lezzetler tadabileceğiniz bir kültür. Burda kesinlikle aç kalmazsınız. Ama bu ülkede yenmeyen canlı yok. Bilmediğiniz şeyleri sormadan yememekte fayda var. Yemekten sonra tekneye ilk bindiğimiz limana döndük ve arabamıza binerek daha güneye Mekong nehrinin bir başka kolunun üzerindeki Can Tho sehrine 3,5 saatlik bir yolculukla varıyoruz. Saat 5 civarı otele yerleşip yürüyerek limana gidiyoruz. Gezerken iki yaşlı kadın bizi yüzen çarşıya götürebileceklerini söylüyorlar. Hatta 300 bin dongdan (40 TL) 200 bin donga (25 TL) düşüp tam anlaşacakken ertesi sabah nasıl olsa gideceğiz ve akşam saati pek birşey olmaz diyerek tanımadığımız tiplerden uzaklaşıyoruz. Çünkü kadınlar taktığım bel çantamla fazla ilgilendiler ve işaret edip konuşmaları beni biraz ürküttü açıkçası.
Sokaklarda gezmeye devam ediyoruz. Hava gündüz çok sıcak olduğundan genelde pazarlar akşam saati kurulup gece yarısına kadar açık kalıyor.
Sokak başlarında şeker kamışı sıkarak suyunu satan satıcılar var. Birtanesinden taze sıktırıp buzlu bardaklarda içiyoruz. İçine misket limonu koyarak sıkıyorlar ve çok güzel bir içimi var.
Karşı köşede sepetlerin içinde zeytinleri görünce şaşırıyoruz ve satıcı bize tatmamız için birer tane verince şaşkınlığımız daha da artıyor. Çünkü zeytinler şekerli. Her yerde yiyecek birşeyler satıyorlar ve sanırım kimse evinde yemek yapmıyor. Gene sokaklarda satılan telefon kapaklarına bakıyoruz ama hayret birşey istanbulda 5 TL ye aldığım kapaklar burda 15 TL ye satılıyor. Anlaşılan Türkiye uzakdoğudan daha ucuz bu konuda.
Sabah 7 de otelden çıkıp limana gidiyoruz ve özel teknemize binerek denize doğru 1 saatlik bir yolculukla yüzen çarşıya geliyoruz. Burada irili ufaklı bir çok tekne ve mavna içleri sebze ve meyvelerle dolu.
Mavnaların alt kısmı kapalı ve içeride çoluk çocuk kalıyorlar, üst kısımda da satılacak mallar bulunuyor. Hem alış verişler yapılıyor hem de ev hali yaşanıyor. Türlü sebze ve meyveler toptan satılıyor, restoran sahipleri buradan daha ucuz mal alabiliyor. Biz de bu ev mavnaların arasında 1 saatten fazla gezip bol bol fotoğraf çektikten sonra geldiğimiz gibi geri dönüyoruz. Arabamıza binip Saygona doğru yola çıkıyoruz. 16:30 uçağına daha çok var. Rehberimize otoban yerine biraz farklı yollardan gitmesini rica edince o da bize köy yolundan gidebileceğimizi ve yolda köylerde yenen çeşitli hayvanların satıldığı pazarları gösterebileceğini söylüyor.Biz de hemen kabul ediyoruz ve uçsuz bucaksız pirinç tarlalarının arasındaki yolculuğumuz aralardaki kahve molalarıyla zevkli bir hal alıyor.
Bu arada Vietnam kahvesi özel ve benim pek ilgim olmadığı için bilmiyordum Avrupa da çok popüler. Bizim Türk Kahvesinden farklı, Alta boş bir cam fincan ve üstüne de metal kapaklı bir süzgeçin içine bir tatlı kaşığı kahve konuyor.Üstüne maşrapayla sıcak su dökülüyor. Süzgeçin delikleri çok ince olduğundan damla damla süzülüyor. Süzülen kahve gerçekten farklı ve bizim kahveden daha ağır. Kahve bitince de yanında verilen demlikteki yeşil çayı içiyorsunuz. Tabi bu benim içtiğim halkın tarzı. Markalı dükkanlarda da çok çeşitli kahveler var. Bu arada yol üstü kahveleri hamakta içiliyor. Bence bizim kahveciler de bunu denemeli. Çok rağbet göreceğinden eminim. Yolumuz motorsikletler ve arada dağılan okul çıkışı bisiklet seli yüzünden 5 saat sürse de renkli görüntüler ve en can alıcısı hayvan pazarını görmek sıkıntıya değiyor.
Biz tavuk,keçi,domuz falan beklerken kafeslerde yüzlerce fare, yılan, kumrular, leylekler, balıkçıllar, çeşitli göçmen kuşlar, şahinler, baykuşlar, renk renk hayvanları görünce hayretimiz katlanıyor. Bunların hepsi yenilecek hayvanlar ve rehberimiz nasıl pişirildiklerini itina ile anlatıyor.
Yolda ilerledikçe tarlaların kenarlarında satılan çeşitli hayvanları görüyoruz. Pirinç tarlalarına dadanan hayvanlarla mücadelenin ilginç bir yolu. Yol dar ve motorsiklet seli çok olunca uçağa yetişmek bir hayli heyecanlı oluyor ama tam zamanında havaalanına varıyoruz.
1,5 saatlik uçuştan sonra akşam 6 gibi Kamboçya'nın Siem Riep şehrindeyiz. Havaalanı yeni yapılıyor ve bir çok yeri inşaat halinde. Genel görünüm Vietnamdan biraz daha farklı. İnsanların tipleri Taylandlılara benziyor. İklim daha nemli ve yeşillik daha bol. Bizim geliş amacımız ülkenin en büyük turizm gelirinin olduğu Angkor tapınaklarını ziyaret etmek. Bizi rehberimiz Kom karşılıyor ve hemen otele yerleşiyoruz. Saat 6 da hava kararıyor ve biz de şehri keşfetmek için tuktuklara binip merkeze gidiyoruz. Fiyatlar sabit, her yöne 2 $. Bu arada ülkede Amerikan doları da geçiyor.
1 USD = 4000 Kamboçya Rieli. Alışverişler de bu şekilde yapılıyor. Para bozdurmaya gerek yok. Bir yerlerde yemek yeyip gezmeye devam ediyoruz. Göl balıkları yenebilir, parça halinde pişirilip satılıyor. Kalamar,tavuk,patates kızartması ,noodle çorbası her zaman yenilebilir lezzetli ve ucuz. Merkezdeki Pub Street barların ve restoranların bulunduğu renkli bir sokak. Tayland Pattaya daki walking street benzeri bir yer ve bir çok sokak masajcısı var üstelik 1 saatlik ayak masajı 4 $ . Hemen giriyoruz, tabi hijyenden haberleri yok. Lüks restoranların tuvaletlerinde bile çok kullanımlık bez havlu var. Masaj, yorgunluğumuzu sıfırlıyor, dönmek için kaldırıma adım atınca tuktuk şöförlerinin hücumu bizi şaşırtıyor. Her biri kendi tuktuğuna bizi bindirmek için yarışıyorlar.
Biraz onlarla şakalaşıp otele dönüyoruz. Ertesi sabah Kom bizi Ulusal müzeye götürüyor. Burada Buda ve Budizm hakkında detaylı bilgileri Kom titizlikle anlatıyor. Ama adamın şivesi o kadar bozuk ki zaten yarım yamalak olan ingilizcemle adamın anlattıklarını anlamak mümkün değil. Ben de aradan anladığım iki kelimeyi seçip gerisini hayal gücüme bırakıyorum. Daha sonra bunları Nursima ya söylediğimde çok eğlenceli oluyor. Burada ayrıca Angkor Wat ve Angkor Tom dan çıkan değerli Hindu heykelleri sergilenmekte. Öğlene kadar müzeyi gezip öğleden sonra buranın yakınındaki Tonle Sap gölüne gidiyoruz. Burada yüzer evlerde yaşayan insanların olduğu bir balıkçı köyü bulunuyor. Suların alçalıp yükselmesine göre balık avlama zamanlarının belirlendiği bir hayatı yaşayan bu insanlar elektrik kullanmıyor. Göl kenarındaki mangrov ormanı içinde bize göre basit ama mutlu bir hayatları var. Balık bol olunca tüm yüzler gülüyor. Köyün içinden geçip iki yanı ağaçlıklı kanalı da geçince göle çıkıyoruz ve önümüzde enteresan bir görüntü oluşuyor.
Göl çok büyük ve ucu gözükmüyor. Kayık ağır ağır ilerlerken hiç ses çıkmıyor. Gölün rengi ile gökyüzü aynı renkte olunca ufuk çizgisi gözükmüyor, üzerinde olduğumuz kayık boşluktaymış gibi bir hiçlik hissine kapılıyoruz. Uzaktaki 2-3 balıkçı kayığı sanki havada duruyor.
1 saatten fazla gezip geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.Bu arada yağmur da bir anda bastırıyor. Dönüşte Kom bizi masaj salonuna götürebileceğini söyleyince hemen atlıyoruz. Ucuz ve güzel masaj tüm yorgunluğu alıp götürüyor. Daha sonra yağmur durunca semt pazarına gidiyoruz. Sebze meyve ve kasap tezgahlarının yanında balık ve pişmiş yemekler de satılıyor. Genelde bildik şeyler ama arada leğenlerin içinde pişmiş tarantula ve ipek böceği kavurması görmek ilginç. Bol bol fotoğraf çekip akşam yemeğini Night Bazar da yiyoruz.
Ertesi sabah 5 te Kom bizi otelden alıp Angkor Wat a götürüyor. Erken gelmemizin sebebi gün doğumu ile beraber manzaranın harika olması. Gerçekten de hava kızıla boyandığında Angkor tapınağının silüeti tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyor. 1 saate yakın beklememize değiyor. Biraz burası hakkında bilgi vermek gerekirse 11. yüzyılda Kmer Kralı 2. Suryavarman tarafından Hindu tanrı Vişnu adına yaptırılmış bir tapınak. Efsanevi Meru Dağını simgeleyen üç kubbeli bir yapı. En meşhuru Angkor Wat olmasına karşın en etkileyici olanı biraz ötedeki eski başkent Angkor Tom içinde yer alan Bayon ve Ta Prom tapınakları. Aslında burada her kral Hindu tanrılar adına bir çok tapınak yapmış .11. yy.dan sonra krallık çökünce bölge balta girmemiş ormanlarla kaplanmış. Ta ki bir fransız gezgin Henry Mouhot 1840 lı yıllarda burayı görüp kitabında bahsedince tüm dünya varlığından haberdar olmuş. Günümüzde ise Angelina Jolie nin Tomb Rider Lara Croft filmi Ta Prom tapınağında çekilince ününe ün katmış. Ta Prom un özelliği devasa orman ağaçlarının gövdeleri ve köklerinin tapınak duvarlarının üzerinden akıp süzülen garip uzaylı yaratıklara benzemesi.
Bayon tapınağı ise buradaki Buda ya adanmış tek tapınak. Yüksek kuleleri var ve her kulenin dört bir yanındaki Buda yüzleri gülerek size bakıyor. Sabah 5 ten öğlen 13 e kadar bu üç tapınağı ve birkaç tanesini daha gezip enfes fotoğraflar çekiyoruz.
Tabi sonunda da yorgunluğumuzu masaj salonunda atıyoruz. 1 saatlik ayak masajı aldığınızda 45 dakika tüm ayak ve baldırlarınızı yoğurup son 15 dakika da baş ve sırtınıza masaj yapılıyor. Kapıdan çıkarken kendinizi sabah yataktan yeni kalkmış gibi dinç hissediyorsunuz. Saat 5 e doğru tekrar Vietnam'a gitmek için havalimanına gidiyoruz. Ama bu sefer ülkenin en kuzeyindeki başkent Hanoi ' ye.
Hanoi'deki otelden sabah ayrılıp şehrin doğusunda bulunan
Ha Long koyuna 3 saatlik bir araba yolculuğuyla varıyoruz. Burada bizi bekleyen kamaralı ahşap teknelerden birine binerek kamaramıza yerleşip hemen restoranına çıkıyoruz.
2 gün 1 gecelik bir turu satın almıştık. Teknemiz gayet bakımlı odalar temiz ve personel de güleryüzlü. Teknemiz adaların arasında yol almaya başlayınca öğlen yemeği de gelmeye başlıyor. Basit ama lezzetli soslar eşliğinde jumbo karides, kalamar, balık, tavuk, çeşitli haşlanmış sebzeler ve tropik meyvelerin hepsi damak zevkimize uygun. Dedim ya burada aç kalmazsınız. Uzakdoğuda olmayan ekmek fırınları bildiğimiz ekmek çıkarıyorlar. Halk pek rağbet etmiyor ama var işte. Neyse teknemize dönelim. Yemekten sonra biraz uzanıp manzaranın tadını çıkarıyoruz. Halong alçalan ejderha anlamına geliyormuş. 1600 adadan ve kaya parçasından oluşan bu eşsiz koy tamamen turistik bir mekan. Adalarda hiç yaşam yok. İlerideki bir balıkçı köyüne tekneden inip küçük sandallara binerek gidiyoruz. Bolca fotoğraf çekip tekneye geri döndüğümüzde tekneden denize atlayıp yüzerek serinliyoruz.
Daha sonra Vietnam mutfağı dersi bizi bekliyor. Aşçımız sebzelerin çeşitli şekillerde nasıl doğrandığını gösteriyor ardından pirinç unundan yapılma lavaşlara sigara böğreği sarmayı öğretiyor. İç malzemesi kıyılmış lahana, domates, biber, domuz eti, yumurta ve çeşitli baharatlar ile yoğruluyor ve pirinç lavaşınin içine bir miktar koyarak sigara böreği gibi sarılıyor yağda kızartılıyor. Biz daha önce hazırlanmışlardan yemiştik ve biraz ağır gelmişti. Demek sebebi domuz etiymiş. Herkes tek tek börek katladıktan sonra akşam yemeğimizi yeyip terasta şezlonglara yayılarak manzaranın tadına varıyoruz. Saat 9 olunca teknenin arkasında kocaman bir projektör yakılıyor ve denize doğru yaklaştırılıyor. Bize de birer tane olta verilerek ışığa atlayan kalamarları yakalamaya çalışıyoruz ama yarım saat uğraşıp boş boş geri dönüyoruz. Artık gözlerimiz uykuya hayır diyemiyor ve günü bitiriyor.
Ertesi sabah 6.30 da uyanıp teknenin terasında gün doğumu ile beraber Tai Chi dersi alıyoruz. TaiChi Çin kökenli bir sabah sporu. Aslında yakın dövüş sanatıymış ama şimdilerde sabah sporu yapmak amacıyla yapılan hareketler diyebiliriz. Biraz ağır ağır yapılıyor ama manzaranın ve hocamızın verdiği enerji mükemmel. 1 saate yakın süren Tai Chi bitince çay servisi yapılıyor ve tekne yolumuzun üzerindeki adalardan birindeki dünyanın en uzun mağarası olan ve dünyanın 7 doğa harikasından biri olan Sung Sot mağarasına giriyoruz.
İçerisi 10 bin metrekare genişliğinde ve 30 metre yükseklikte bir çok sarkıt ve dikitlerle dolu. Yaklaşık 100 merdivenle çıkılıp içindeki yoldan mağarayı gezip adanın arkasındaki taraftan çıkıyorsunuz. Çıkışta da enfes manzaranın fotoğrafını çekebiliyorsunuz. Dönüşte de odaları boşaltıp saat 12 ye doğru tekneye bindiğimiz koya geri dönüyoruz ve bu rüya gezimiz de bu şekilde sonlanıyor.