MADRİD 2002
Bayram tatilini Madrid'te geçirmeye karar vermiştik. Ancak
İspanya dendiğinde aklımıza boğa güreşleri ve flamenko gecelerinden başka bir şey
gelmiyordu. Oysa bunlardan ibaret değildi tabii ki. Bunu gitmeden önce
yaptığımız ayrıntılı araştırmalar sonucunda ispatlamıştık zaten. Ama gözümüzle
de görmemiz gerekirdi.
İlk başta şunu söylemem
gerekiyor ki sakın "nasıl olsa turla gidiyorum"diyerek gideceğiniz
yerle ilgili bilgileri öğrenmemezlik etmeyin. Çünkü turlar çok genel bilgiler
veriyorlar ve işin ticari tarafını düşündükleri için de sizleri gezen $ olarak
görüyorlar. Ayrıca yapılan ekstra turlar size çok faydalı olmadığı gibi zamanın
çoğunu gereksiz yerlerde harcamış oluyorsunuz. Bunları gitmeden önce bildiğimiz
için biz oldukça hazırlıklıydık. İnternetten ve dergilerden topladığımız
bilgilerle uçaktaki yerimizi aldık.
03.15 te havalanan
uçağımız yaklaşık 4 saatlik bir uçuşun ardından saat 7.00 gibi Madrid'teydi. Türkiye
ile 1 saat fark olduğu için orada saat 06.00 idi. Bu yüzden ilk şehir turumuzda
güneş ışığından yoksunduk. Şehir hava alanından 15-20 dakikalık mesafede.Ayrıca
isterseniz metroyla da ulaşabiliyorsunuz.Zaten şehir içinde metroyla gezmek çok
kolay.Madrid teki metroya "Metro ağı" demek çok doğru.Çünkü gerçekten
bir örümcek ağı gibi bütün şehri kuşatmış.Biz de genelde metroyu tercih
ettik.Vaktimizi ve naktimizi boşa harcamadık.Tek bilet 0.7 euro. 10 adeti 5
euro. Aktarma ücretsiz. Değişik yönlerde 11 hattan oluşuyor ve 3 dakikada bir
sefer var.
Şehir turumuzdaki ilk
durak meşhur boğa güreşlerinin yapıldığı Plaza De Toros De Las Ventas
oldu.(Toro=Boğa demekmiş)Mevsim kış olduğundan arenanın üzeri kapatılmış ve
sirk gösterilerinin yapıldığı bir alana çevrilmişti. Boğa güreşleri mayıs ve
ekim ayları arasında yapılıyormuş. İzleyemediğim için çok üzüldüğümü
söyleyemeyeceğim.Çünkü gösteri olsaydı bile zavallı bir boğanın öldürülmesini
izlemek bana hiç bir zevk vermeyecekti zaten.Bu arada rehberimiz güreşlerde
neden boğanın seçildiğini de açıkladı.Avını tespit eden boğa, gözlerini kapayıp
ona doğru koşarmış.Bu yüzden sonradan yer değiştiren matadoru
ıskalarmış.İneklerde böyle bir durum yokmuş.Arenanın hemen önündeki matador ve
boğa heykelini görüntüleyip Cervantes anıtına doğru yolumuza devam
ettik.Oldukça bakımlı, havuzlu bir bahçenin ortasında yer alan anıt görkemiyle
insanı şaşırtıyor.Cervantes'in yarattığı Don Kişot atıyla ,Sanço Panço da
eşeğinin üzerinde bizi selamlıyordu. Bir inanışa göre eşeğin poposunu öpmek
şans getiriyormuş. Biz öptük mü peki? Yorum yok!!! :)
Madrid eski bir yerleşim
alanı, ancak oraya ulaşmak için yollar 3-4 şerit gidiş ve geliş şeklinde. Bu
yüzden ulaşım sorunu yok. Fakat eski bölgedeki yollar oldukça dar. Gerçi bu
bizi etkilemiyor. Çünkü ya metroyu kullanıyoruz ya da yürüyoruz.
Cervantes anıtının
ardından 1891 yılında inşa edilen Atocha tren istasyonuna gidiyoruz. Burası
1992 yılında mimar Rafael Moneo tarafından palmiyelerle dolu bir kış bahçesine
dönüştürülmüş. Hurma ağaçlarından nilüferlere kadar pek çok değişik bitkiyi bir
arada görme imkanı var burada. Çelik-cam karışımı bu yapının içindeyken insan
kendini parktaymış gibi hissediyor. Tren saatinizi beklerken rahat bir soluk
almak için ideal bir ortam.
Kısa bir Madrid şehir
turu yaptıktan sonra öğleye yakın otelimize varıyoruz. Yerleşme faslı bitince
Madrid'in en ünlü meydanlarına yani Plaza Del Sol ve Plaza Del Mayor'a gitmek
üzere rehberimizle beraber metroya biniyoruz. Böylece metroyu kullanmasını
öğreniyoruz. Metroya bindiğimiz anda hoş bir müzik başladı. Fakat o kadar canlı
geldi ki ister istemez etrafıma bakındım ve arkamda yan flüt çalan bir adam
gördüm. Zaten hemen her köşede canlı müziğe rastlıyorsunuz. Kimi gitar kimi
keman kimisi de trombonunu almış size yürüyüş anında eşlik ediyor. Tabii ufak
bir bahşiş karşılığında.
Sol meydanında Madrid'in sembolü olan, yaban çileğine uzanmış ayı heykelini görüyoruz. Ayının bu hali ağaçla beraber "R" harfini yani kraliyeti temsil eden "Royal" kelimesinin baş harfini oluşturuyor. Meydan oldukça kalabalık ve yaklaşan noel nedeniyle her yeri süslenmiş ve ışıklandırılmış. Bizdeki taksim meydanı gibi, otobüs ve metro durakları ile insanların buluşma noktası haline gelmiş. Bir tarafta valilik binası var ve bunun hemen önünde ülkenin tam merkezi olduğunu gösteren bir daire var. Yani valilik ve sol meydanı ülkenin tam göbeğinde yer alıyor. Sol meydanının etrafında pek çok alışveriş merkezi ve restaurant, cafe-bar tarzında yerler mevcut. Buradan 10 dk.lık yürüyüşle Mayor meydanı ulaşıyoruz.
Mayor meydanı;
ortasında III.Philip'in atlı heykelinin bulunduğu dikdörtgen şeklinde bir alan.
Eskiden her olay burada gerçekleşirmiş. Pazar, festival, boğa güreşi ve idam
cezalarının mekanı imiş. Meydanı çevreleyen binanın duvarları freskler ve
mitolojik resimlerle süslü. Alt katlarda ise sayısız cafe mevcut. Noel
nedeniyle meydan, çam ağacı ve süsleri ile hediyelik eşyalar satan pazarcılarla
dolu. Ayrıca hünerlerini sergileyen sanatçılar, canlı mankenler de yerlerini
almışlar. Canlı mankenlerin önlerindeki kaba para attığınız zaman size teşekkür
edip tekrar eski pozisyonlarını alıyorlar.
Mayor meydanında öğle
yemeği için mola veriyoruz. İspanyolların yemek tercihleri daha çok deniz
ürünlerinden yana. Özellikle meze şeklinde "tapas" dedikleri yiyecekler çok çeşitli ve lezzetli. Her adımda
bunların satıldığı cafe-restaurant tarzı yerlere rastlamak mümkün. Biz de
bunlardan birine kendimizi atıyoruz. Kalamar ve hamsi yiyoruz. Herkes ayaküstü
atıştırmayı tercih ediyor. Biraz bir şeyler yiyerek dolaşıp başka bir cafeye
giriyor.
Karnımızı doyurunca yine yürüme mesafesinde olan kraliyet sarayına yöneliyoruz. Saraya ulaştığımızda kendimizi İtalya veya St.Petersburg da gibi hissediyoruz. 1734 teki yangından sonra yıkılan Alcazar kalesi yerine yapılan sarayın etrafında antik arap kenti surlarını görüyoruz. Madrid'te bunun gibi pek çok stili bir arada yakalamak mümkün. Metro ile Kibele meydanına gidiyoruz. Haritamıza bakarak Prado ve Reina müzelerini buluyoruz ve müzedeki eşsiz tablolar karşısında büyüleniyoruz. Rönesans dönemi ünlü ressamların eserlerini bir arada görmek tüm yorgunluğumuzu gideriyor. Hele finalde Picasso nun ünlü Guernico’sı önünde fazla yaklaşmamdan ötürü alarmları öttürmek çok keyifliydi. Akşam yemeğini paella yiyerek tamamlayıp flamenkonun okulu olan Casa Patas’ı biraz zor da olsa buluyoruz. Gösteri gerçekten müthiş. Dansçılar okullu olmalarının hakkını veriyorlar.
Bu gösteri bizi kesmiyor ve şehrin diğer ucundaki Cafe de Chinitas ‘a gidiyoruz. Burada da sangria eşliğinde sokaktan yetişen dansçıların gösterilerini izliyoruz. Ertesi gün tren ile Toledo ya gidiyoruz. Toledo ortaçağdan kalma, etrafı surlarla çevrili ve çevresinden dereler geçen bir müze şehir. Bir köprüyle giriliyor ve tam ortasında harika bir katedral var. İçindeki oymalar ve tablolar çok etkileyici. Tabii kiliseler dinlenmek için de çok uygun mekanlar. Etrafındaki hediyelik eşya dükkanlarından alışverişimizi yapıp Madrid’e geri dönüyoruz.