15 Haziran 2012 Cuma

MADRİD - İSPANYA

MADRİD 2002

            Bayram tatilini Madrid'te geçirmeye karar vermiştik. Ancak İspanya dendiğinde aklımıza boğa güreşleri ve flamenko gecelerinden başka bir şey gelmiyordu. Oysa bunlardan ibaret değildi tabii ki. Bunu gitmeden önce yaptığımız ayrıntılı araştırmalar sonucunda ispatlamıştık zaten. Ama gözümüzle de görmemiz gerekirdi.
            İlk başta şunu söylemem gerekiyor ki sakın "nasıl olsa turla gidiyorum"diyerek gideceğiniz yerle ilgili bilgileri öğrenmemezlik etmeyin. Çünkü turlar çok genel bilgiler veriyorlar ve işin ticari tarafını düşündükleri için de sizleri gezen $ olarak görüyorlar. Ayrıca yapılan ekstra turlar size çok faydalı olmadığı gibi zamanın çoğunu gereksiz yerlerde harcamış oluyorsunuz. Bunları gitmeden önce bildiğimiz için biz oldukça hazırlıklıydık. İnternetten ve dergilerden topladığımız bilgilerle uçaktaki yerimizi aldık.
            03.15 te havalanan uçağımız yaklaşık 4 saatlik bir uçuşun ardından saat 7.00 gibi Madrid'teydi. Türkiye ile 1 saat fark olduğu için orada saat 06.00 idi. Bu yüzden ilk şehir turumuzda güneş ışığından yoksunduk. Şehir hava alanından 15-20 dakikalık mesafede.Ayrıca isterseniz metroyla da ulaşabiliyorsunuz.Zaten şehir içinde metroyla gezmek çok kolay.Madrid teki metroya "Metro ağı" demek çok doğru.Çünkü gerçekten bir örümcek ağı gibi bütün şehri kuşatmış.Biz de genelde metroyu tercih ettik.Vaktimizi ve naktimizi boşa harcamadık.Tek bilet 0.7 euro. 10 adeti 5 euro. Aktarma ücretsiz. Değişik yönlerde 11 hattan oluşuyor ve 3 dakikada bir sefer var.

            Şehir turumuzdaki ilk durak meşhur boğa güreşlerinin yapıldığı Plaza De Toros De Las Ventas oldu.(Toro=Boğa demekmiş)Mevsim kış olduğundan arenanın üzeri kapatılmış ve sirk gösterilerinin yapıldığı bir alana çevrilmişti. Boğa güreşleri mayıs ve ekim ayları arasında yapılıyormuş. İzleyemediğim için çok üzüldüğümü söyleyemeyeceğim.Çünkü gösteri olsaydı bile zavallı bir boğanın öldürülmesini izlemek bana hiç bir zevk vermeyecekti zaten.Bu arada rehberimiz güreşlerde neden boğanın seçildiğini de açıkladı.Avını tespit eden boğa, gözlerini kapayıp ona doğru koşarmış.Bu yüzden sonradan yer değiştiren matadoru ıskalarmış.İneklerde böyle bir durum yokmuş.Arenanın hemen önündeki matador ve boğa heykelini görüntüleyip Cervantes anıtına doğru yolumuza devam ettik.Oldukça bakımlı, havuzlu bir bahçenin ortasında yer alan anıt görkemiyle insanı şaşırtıyor.Cervantes'in yarattığı Don Kişot atıyla ,Sanço Panço da eşeğinin üzerinde bizi selamlıyordu. Bir inanışa göre eşeğin poposunu öpmek şans getiriyormuş. Biz öptük mü peki? Yorum yok!!! :)
            Madrid eski bir yerleşim alanı, ancak oraya ulaşmak için yollar 3-4 şerit gidiş ve geliş şeklinde. Bu yüzden ulaşım sorunu yok. Fakat eski bölgedeki yollar oldukça dar. Gerçi bu bizi etkilemiyor. Çünkü ya metroyu kullanıyoruz ya da yürüyoruz.
            Cervantes anıtının ardından 1891 yılında inşa edilen Atocha tren istasyonuna gidiyoruz. Burası 1992 yılında mimar Rafael Moneo tarafından palmiyelerle dolu bir kış bahçesine dönüştürülmüş. Hurma ağaçlarından nilüferlere kadar pek çok değişik bitkiyi bir arada görme imkanı var burada. Çelik-cam karışımı bu yapının içindeyken insan kendini parktaymış gibi hissediyor. Tren saatinizi beklerken rahat bir soluk almak için ideal bir ortam.
            Kısa bir Madrid şehir turu yaptıktan sonra öğleye yakın otelimize varıyoruz. Yerleşme faslı bitince Madrid'in en ünlü meydanlarına yani Plaza Del Sol ve Plaza Del Mayor'a gitmek üzere rehberimizle beraber metroya biniyoruz. Böylece metroyu kullanmasını öğreniyoruz. Metroya bindiğimiz anda hoş bir müzik başladı. Fakat o kadar canlı geldi ki ister istemez etrafıma bakındım ve arkamda yan flüt çalan bir adam gördüm. Zaten hemen her köşede canlı müziğe rastlıyorsunuz. Kimi gitar kimi keman kimisi de trombonunu almış size yürüyüş anında eşlik ediyor. Tabii ufak bir bahşiş karşılığında.
           

Sol meydanında Madrid'in sembolü olan, yaban çileğine uzanmış ayı heykelini görüyoruz. Ayının bu hali ağaçla beraber "R" harfini yani kraliyeti temsil eden "Royal" kelimesinin baş harfini oluşturuyor. Meydan oldukça kalabalık ve yaklaşan noel nedeniyle her yeri süslenmiş ve ışıklandırılmış. Bizdeki taksim meydanı gibi, otobüs ve metro durakları ile insanların buluşma noktası haline gelmiş. Bir tarafta valilik binası var ve bunun hemen önünde ülkenin tam merkezi olduğunu gösteren bir daire var. Yani valilik ve sol meydanı ülkenin tam göbeğinde yer alıyor. Sol meydanının etrafında pek çok alışveriş merkezi ve restaurant, cafe-bar tarzında yerler mevcut. Buradan 10 dk.lık yürüyüşle Mayor meydanı ulaşıyoruz.
            Mayor meydanı; ortasında III.Philip'in atlı heykelinin bulunduğu dikdörtgen şeklinde bir alan. Eskiden her olay burada gerçekleşirmiş. Pazar, festival, boğa güreşi ve idam cezalarının mekanı imiş. Meydanı çevreleyen binanın duvarları freskler ve mitolojik resimlerle süslü. Alt katlarda ise sayısız cafe mevcut. Noel nedeniyle meydan, çam ağacı ve süsleri ile hediyelik eşyalar satan pazarcılarla dolu. Ayrıca hünerlerini sergileyen sanatçılar, canlı mankenler de yerlerini almışlar. Canlı mankenlerin önlerindeki kaba para attığınız zaman size teşekkür edip tekrar eski pozisyonlarını alıyorlar.
            Mayor meydanında öğle yemeği için mola veriyoruz. İspanyolların yemek tercihleri daha çok deniz ürünlerinden yana. Özellikle meze şeklinde "tapas" dedikleri yiyecekler çok çeşitli ve lezzetli. Her adımda bunların satıldığı cafe-restaurant tarzı yerlere rastlamak mümkün. Biz de bunlardan birine kendimizi atıyoruz. Kalamar ve hamsi yiyoruz. Herkes ayaküstü atıştırmayı tercih ediyor. Biraz bir şeyler yiyerek dolaşıp başka bir cafeye giriyor.

            Karnımızı doyurunca yine yürüme mesafesinde olan kraliyet sarayına yöneliyoruz. Saraya ulaştığımızda kendimizi İtalya veya St.Petersburg da gibi hissediyoruz. 1734 teki yangından sonra yıkılan Alcazar kalesi yerine yapılan sarayın etrafında antik arap kenti surlarını görüyoruz. Madrid'te bunun gibi pek çok stili bir arada yakalamak mümkün. Metro ile Kibele meydanına gidiyoruz. Haritamıza bakarak Prado ve Reina  müzelerini buluyoruz ve müzedeki eşsiz tablolar karşısında büyüleniyoruz. Rönesans dönemi ünlü ressamların eserlerini bir arada görmek tüm yorgunluğumuzu gideriyor. Hele finalde Picasso nun ünlü Guernico’sı önünde fazla yaklaşmamdan ötürü alarmları öttürmek çok keyifliydi. Akşam yemeğini paella yiyerek tamamlayıp flamenkonun okulu olan Casa Patas’ı biraz zor da olsa buluyoruz. Gösteri gerçekten müthiş. Dansçılar okullu olmalarının hakkını veriyorlar. 

Bu gösteri bizi kesmiyor ve şehrin diğer ucundaki Cafe de  Chinitas ‘a gidiyoruz. Burada da sangria eşliğinde sokaktan yetişen dansçıların gösterilerini izliyoruz. Ertesi gün tren ile Toledo ya gidiyoruz. Toledo ortaçağdan kalma, etrafı surlarla çevrili ve çevresinden dereler geçen bir müze şehir. Bir köprüyle giriliyor ve tam ortasında harika bir katedral var.  İçindeki oymalar ve tablolar çok etkileyici. Tabii kiliseler dinlenmek için de çok uygun mekanlar. Etrafındaki hediyelik eşya dükkanlarından alışverişimizi yapıp Madrid’e geri dönüyoruz.  


SRİ LANKA - MALDİVLER



18.05.2012

Dubai aktarmalı 10 saate yakın yolculuğumuzun sonunda başkent Colombo’da bizi yerel rehberimiz Ashoka karşıladı. Bu sene İstanbula bir türlü gelemeyen yaz mevsimini burada hisseder hissetmez hemen şort ve terliklerimizi çektik.
Ashoka hemen bizi 5 gün süresince gezeceğimiz kliması iyi çalışan minibüsümüze bindirerek vakit kaybetmeden yola koyuldu. İlk durağımız Kandy yolu üzerindeki Pinnewala fil yetimhanesi. Yaklaşık 1 saat tek şeritli asfalt yolda kalabalık bir trafikte yol aldık. Ama şehirden çıkınca tabiat bizi gerçekten büyüledi. Sri Lanka yı hayal ederken Hindistan’ın karmaşasını ve kirliliğini düşüyordum ve hiç bu kadar düzenli beklemiyordum. Yol boyunca geniş pirinç tarlalarından ve ormanların içinden geçtik ve yetimhaneye ulaştık.


 Burası doğal bir park ve içeride serbertçe dolaşan 100 e yakın fil var. Genelde hallerinden memnun gözüküyorlar. İçeride bizim gibi birkaç turist vardı ve fillerin birçoğu ehlileştirildiğinden yanlarına gidip onlara dokunarak fotoğraflarımızı çektik. Daha sonra beslenme saati geldi ve yavru fillere biberonla süt verme imkanımız oldu. Burada annesi öldürülmüş ve ölüme terk edilmiş yavruları toplayıp yaşatmaya çalışıyorlar.
 Öğleden sonraya kadar burada vakit geçirip öğlen yemeği için parkın karşısındaki nehir kenarına yapılmış restoranlara gittik. Yemeklerimizi yerken fillerin banyo saati geldi ve 100 e yakın filin caddeden yürüyerek önümüzden nehire girip keyifle birbirlerini ıslatmalarını izledik. Yemekten sonra da biraz ilerideki küçük bir derede yıkanan fillerle beraber dereye girip onları tımar ettik ve onların bizi hortumlarıyla yıkamaları bizim için şaşırtıcı bir sürpriz oldu. Çok eğlendik. Doğrusu sıcak havada bu banyo çok iyi geldi. Daha sonra 3 saate varan bir yolculukla daha kuzeydeki Habarana şehrindeki otelimiz Chaaya village ‘ e vardık. Buralarda saat 18 de hava kararıyor. Yerleşip akşam yemeğini otelde yiyerek Habarana’ya kısa bir yürüyüş yaptık ama ortalıkta hiçbir şey yoktu. Bir tane cadde ve kapalı dükkanlar. Oralarda da Hindistan cevizi satıyorlar . Otele dönüp yattık.
19.05.2012
Gece muhteşem bir uyku uyumuşuz sabahın 7 sinde kahvaltıya indik. Cennet gibi bir bahçede kahvaltımızı ederken bahçenin aşağısındaki göl kenarında makaklar oynaşıyor, bir müzisyen de uzakta ağaçların altında oturmuş flüt çalıyordu. Çok etkileyici ve huzur veren bu güzel dakikalardan sonra Sri Lanka’nın olmazsa olmazı Sigiriya ya doğru yola çıktık.
Burası devasa bir kaya (küçük bir dağ denebilir) üzerinde ve çevresinde kurulmuş 1500 yıl önceye dayanan bir uygarlık kalıntıları. En dıştan büyük bir hendekle çevrili ve eskiden içinde timsahlar yüzüyormuş. İçeri girdikçe değişik ve simetrik havuzlar ve bahçelerden geçerek kayanın yanına çıkıyoruz ve yaklaşık 800 basamakla etrafından dönerek yukarı kadar çıkıyoruz. Ortalara doğru bazı mağaralar var ve bunların duvarları çok güzel fresklerle süslü. Haremdeki çeşitli milletlerden kadınlar resmedilmiş. En tepeye çıkınca manzara muhteşem. Dört bir tarafımız sık ormanla çevrili. Çok uzaklarda bir Buda heykelinden başka görünen bir şey yok.

Bu arada tahtakaleden aldığım şemsiye gibi açılan şapkalar çok işimize yaradı. Aşağıda buranın tarihini anlatan çok güzel bir de müzesi var. Gezmeden geçmemek gerekir. Sigiriya gezisi bize adam başı 30 $ ‘a maloldu. Ama değdi. Burası dünyanın 8. Harikası olarak UNESCO tarafından korunuyormuş.
Öğlen yemeğinde rehberimize yerel yemekleri tatmak istediğimizi söyledik ve o da bizi yol üzerinde ağaçların içinde bir restorana götürdü. Burada ismini bilmediğimiz birçok sebzeleri yedik. Ortaya meze gibi birçok tabak getirdiler ve hepsi köri soslu ve hafif acılı. Ben acıyı sevmediğim halde bu yemekler çok hoşuma gitti.
Yemekten sonraki işimiz tuktuk,kağnı ve sal ile gezmek. Garip bir kombinasyon gelebilir ama çok
eğlenceli. Önce asfaltta tuktuk sürdük. Daha sonra köy yolunda bizi bekleyen öküzlerin çektiği arabaya binip orman içine gittik. Burada ormanın ortasında bir Budist tapınağının yanından geçip gölde bizi bekleyen sal ile gölün uzak bir noktasına gittik. Bu arada gölü tarif edecek olursam suyun ortasında üzerinde çeşitli kuşların olduğu devasa ağaçlar olan ve nilüferlerin içinden geçtiğimiz çıt çıkmayan büyülü bir yer.

Sessizliği küreklerin suya dalışı bozuyor ve bu huzur ortamı bitmesin istiyorsunuz. İlerideki muz bahçesinin içine çıktık ve ağaçlar arasında ilerleyerek kerpiçten yapılmış bir kulübeye geldik. Burada bizi balıkçının kızı ve torunu karşıladı. Bizi kulübede ağırlayıp bize taze muz; papaya ve çay ikram ettiler. Çayları Hindistan cevizi kabuğundan içtik.Gece olunca dışarıda ağacın üzerindeki kulübede yatıyorlar çünkü vahşi filler gece gelebiliyorlar ve kaçmak imkansızmış. 1 saate yakın burada vakit geçirdik ve aynı yolla geri döndük. Balıkçılar bize göldeki nilüfer çiçeklerinden kolye , yapraklarından şapka yaptılar ve bu eğlenceli gezimizi tuktuklarla bitirdik.  

Ashoka bizi minibüste bekliyordu ve günümüz bitmeden yol üzerindeki bir mağazaya uğradık. Burada turist avlamaya çalışan satıcılar hanımlara sari giydirdiler biz de bol bol foto. çektik. Ama gene de ucuz bulduğumuz birkaç eşya alıdık. Akşama doğru da yemek öncesi günün yorgunluğunu atmak amacıyla tavsiye edilen çeşitli bitkisel kremlerle yapılan Ayurveda masajı yaptırdık ama Tayland masajı kadar etkili gelmedi, ama gene de hiç yoktan iyidir. Akşam yemeğini gene yerel yemeklerin yendiği bir bahçede yiyerek günü bitirdik.













20.05.2012
Sabah erkenden yollara düştük ve Kandy şehrine doğru yola çıktık. 1 saatlik bir yolculuktan sonra bir baharat bahçesinde mola verdik. Burada Ayurveda eğitimi de almış olan bir tıp doktoru bize eşlik etti ve bitkileri ve kullanım amaçlarını anlattı. Bahçenin görünen kısmı bile yağmur ormanı gibiydi burada bitkilerden elde edilen ilaçların tün dünyaya pazarlandığını anlattılar. Bitkisel yağlarla ayak masajı yaptırdık ve ikram edilen bitki çayları ve hindistan cevizi sularını içtik. Tatlandırıcı olarak kullanmak üzere muz ve vanilya özü aldık.

Yola devam ederek Golden Temple denilen Budist tapınağına geldik. Burada tapınağın arkasından tepeye doğru çıkınca mağaralara yapılmış bir tapınak daha var. Zaten görülmesi gereken tapınak ta bu. Mağaraların içlerinde yatan ve oturan Buda heykelleri dolu.

 Yalnız içeri şortla girilmiyor. Pantolon yoksa peştamal sarıyorlar. Mağaraların tavan ve duvarları da Buda resimleri ile dolu. Tütsü kokularıyla geziyoruz. Gerçekten etkileyici bir mekan. Ziyaretimiz bittikten sonra Kandy ye doğru devam ediyoruz ve birkaç küçük kasabadan geçiyoruz. Bazı yerlerde tren yolu kapanıyor ve bekleyen çocuklar ve insanlarla gözgöze gelip el sallamak garip bir his. Yolda etkileyici bir Hindu tapınağında fotoğraf molası veriyoruz.

Kandy ’ye vardığımızda merkezdeki çarşının ortasında büyük bir orkestra yerel pop müzik çalıyor ve ortada da birkaç peştemallı adam komik figürlerle oynuyordu. Çok eğleniyorlardı. Bize de görüntülemek kaldı.
Burada çabucak halkın arasına karışıp çarşı pazar alış veriş yaptık. Burada Müslüman esnafa dikkat etmek lazım çünkü sizi kazıklamak için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Budistler biraz daha dürüstler . Belkide bize böyleleri denk geldi  ama ülke genelindeki esnaf bizde böyle bir izlenim uyandırdı. Akşama doğru yerel dans gösterilerinin yapıldığı bir kumpanyaya gittik. Burada davullarla gürültülü ve hareketli danslar izledik. Şovun sonundaki ateş yutma ve közler üzerinde yürüme gösterisi fena sayılmazdı. Bitişte akşam yemeğini Mother’s Kitchen adlı bir restoranda biryani yiyerek tamamladık. Tabi Müslüman esnaf gene tesadüfen hesabı kabartarak getirdi. Uyarınca düzelttiler.

21.05.2012  Sabah Colombo ’ ya hareket ettik . Ama önce yol üzerindeki botanik parkında 1 saatlik bir molamız var. Kapıdan girdiğimizde bir çok gelin ve damat fotoğraf çektirmeye gelmişler. Tabi biz de kaçırmadık ve fotoğraflarını çektik . Burada pek çok değişik türde bitki ve ağaca rastlamak mümkün ve gayet bakımlı. Dünyanın 2. En yaşlı ağacı da buradaymış. Ancak birkaç ay önce ölmüş. Sadece bir dalı kalmış. Bu bile çok büyük bir alan kaplıyor. İçerilere doğru ilerledikçe ağaçların üzerinde baş aşağı asılı duran meyve yarasalarını görüyoruz ve burada epey bir zaman geçiriyoruz. Daha ilerilerde tropik dev ağaçlar, orkide bahçeleri ve hiç görmediğimiz meyve ağaçları var. Hepsini fotoğraflayıp yolumuza devam ediyoruz.
Buraya gelip te Seylan çayı almamak olur mu? Bizim Karadenizdeki gibi bir çay fabrikasında mola
verip çeşitli çaylardan alıyoruz. İkram edilen çayı içiyoruz. Çay gerçekten mükemmel. Seramik demlik ve fincanlarda içilince hiç burukluk yok. Öğlene doğru yemek molasını aldığımız bahçede ağaç evinde flüt çalan adamla beraber fotoğraf çekiyoruz. Adamın mail adresi vermesi ve fotoğrafı istemesi komiğime gitti. Görüntüde sanki o kulübede yaşayan bir gariban gibi ama mail adresi var 
5-6 saatlik bir yolculuğun ardından başkent Colombo ’ya varıyoruz. Hemen otele yerleşip kendimizi sokağa atıyoruz. Galle Road da yürüyerek şehri tanımaya çalışıyoruz. Kollupitiya adlı bir tren istasyonunda koşuşturan halkı görüntülüyoruz. Tren bekleyenler, yetişmeye çalışanlar, kravatlı ve tayyörlü esmer insanların ellerinde cep telefonları, insan profilinin bir anda değişmesi ve büyük şehir havası. Akşama kadar yürüyüp geri otele döndük ve duş aldıktan sonra gece kumsalı olan bir otelin bahçesinde, dalgaların sesini dinleyerek çaylarımızı içip günü bitirdik.
22.05.2012
Sabah tuktuklarla şehir merkezini dolaşmaya çıkıyoruz. Tuktuklarla pazarlık ediyoruz yoksa hemen fiyatlar 5-10 misli oluyor. Ortalama 2-3 km. için 50 rupi yetiyor. Yani bizim parayla 1,5 TL  (2 kişi ) Geze geze en sonunda Colombo’ nun en verimli iki AVM sine ulaşıyoruz. Biri Majestic Center her türlü kıyafet ve markalar var ve fiyatlar çok uygun. Diğeri de hemen yanındaki elektronik çarşısı Unity Plaza. Örnek vermek gerekirse orijinal Barça forması Barselona da 100 € iken burada 20 € . Tuktuklarla otele dönüyoruz ve Ashoka bizi 1,5 saatlik kalabalık trafik yolculuğuyla havaalanına bırakıyor. Gerçekten nasıl geçtiğini anlayamadığımız Sri Lanka turumuz böylece sona eriyor.
Maldivlere 2 saat 15 dk lık sürede varıyoruz ama burayı yazmaya gerek görmüyorum, kısaca GÜNEŞ+KUM+DENİZ…




14 Haziran 2012 Perşembe

ŞARM EL ŞEYH - MISIR




Ekim 2007
Tüplü dalışa başladıktan sonra bütün dalıcılar için Mekke sayılan Kızıldeniz’de dalmak da bizim için önemli bir konu olmuştu. Bu yüzden elimize geçen ilk fırsatta oraya gitmek için turları araştırmaya başlamıştık. Kalacağımız yerin önemi yoktu, önemli olan temiz bir yerde konaklayıp, asıl amacımız olan dalışı istediğimiz şekilde yapmaktı. Ancak Mısır için temiz bir otel demek 5 yıldızlı olması demekti. Bu yüzden de 5 yıldızlı bir otele rezervasyonumuzu yaptırıp tatil gününün gelmesini heyecanla beklemeye başladık. Ancak bir hafta kala tur şirketinden bize söylenen rezervasyon problemi nedeniyle aynı ayarda 4 yıldızlı bir otel ayarlandığı haberi verildi. Biz de çok önemsemedik. Fakat bu haberin, bununla birlikte başka sorunların da yaşayacağımızı gösteren ilk haber olduğunu bilmiyorduk tabii ki. Neyse, sayılı gün çabuk geçmiş ve Kızıldeniz yolculuğumuz başlamıştı. Uçağa binerken rehberin bizi inişte karşılayacağı söylenmiş ve biz de kendi işimizi yapmaktan rahatsız olmadığımız için çok fazla ilgilenmemiştik. Ancak uçaktan inip pasaport kontrolünden de geçtikten sonra, dışarıda bizi bekleyecek olan rehberi aramaya başladıysak da bir türlü bizim turla ilgili bir emareye rastlayamamıştık. Mehmet İstanbul’daki irtibat numarasını arayıp durumu bildirdi. Onlar da daha sonra bizi tekrar arayacaklarını söyleyerek kapattılar. Bir süre sonra aradıklarında ise başka turla birleştiğini ve onların rehberini bulmamızı istediler. Biz de o rehberi bulup sorunca “evet ben size de bakacağım” dedi. Neden bizim turun ismini de yazıp beklemediniz diye sorunca “kusura bakmayın karışıklık oldu” gibi bahaneler söyledi. Bizim sinirler daha tatilin başında gerilmişti, bakalım sırada ne vardı.
Otele ulaştığımızda ise sıradakinin ne olduğunu anlamıştık. Otel 4 yıldızlıydı ama bizim iki yıldızlı tatil sitelerine benziyordu. Biraz etrafa baktık pek iç açıcı değil gibi görünüyordu. Fakat bizim için önemli değildi, denizi görmüştük ve bir an önce dalmak istiyorduk. Hemen odamıza yerleştik. Odamız fena görünmüyordu. Oldukça büyük ve üstelik de temizdi. Mayolarımız giyip denize ulaşmaya çalıştık, ama ne mümkün. Sanki çok yakındaymış gibi duran deniz meğerse ne kadar da uzağımızdaymış, fark edememişiz. Sıcak havadaki 20 dakikalık yürüyüşün ardından kendimizi denize atma isteğiyle dolmuştuk. Havlularımızı şezlonglara bırakıp sahilden denize girmeye başlayınca arkamızdan çalan ısrarlı bir düdük sesi ile irkildik. Pek de üzerimize alınmamıştık oysa, ama dönüp bakınca bizi uyarmaya çalışan bir görevliyi gördük. Girdiğimiz yer sahil değil mercanlarmış ve üzerine basmak yasakmış. Daha ilerde bulunan plastik bidonların yan yana durmasından oluşmuş bir iskeleden giriliyormuş. Biz de duyarlı dalgıçlar olarak bu uyarıyı dikkate alıp, oradan çıkıp dedikleri yerden girdik. Biraz vukuatlı da olsa artık Kızıldeniz’de idik.
Gerçekten de söylenenler çok doğruymuş. Burası deniz canlılarının her türünün bulunduğu bambaşka bir dünya. Rengarenk balıklar hemen etrafımızı sarıp bize de “hoş geldiniz” dediler. İlk buluşmamızda çok içten ve sıcak bir karşılama olmuştu bizim için. O ana kadar yaşadığımız bütün olumsuzlukları unutmuştuk bile. Saatler süren keşif şnorkelinin ardından otele döndük ve ertesi gün yapacağımız dalış turunun organizasyonu için dalış hocamız Didem’in verdiği telefon numarasını çevirmeye başladık. 
Telefonun diğer ucundaki Mısır’lının İngilizcesi ve benim İngilizcem pek birbirine uymasa da sonunda anlaşabildik ve ertesi gün bizi otelimizden almaları konusunda mutabakata vardık. Bu arada konuşmamıza şahit olan İnanç ve Adnan da dalış için geldiklerini ve kendi arkadaşlarının da tavsiye ettiği bir dalış merkezi olduğunu söylediler. Daha sonra numaraya baktığımızda aynı numara ve merkez olduğunu görünce hep birlikte gülmeye başladık. Böylece onlarla İstanbul’da da devam edecek olan arkadaşlığımızın ilk temelleri de atılmış oluyordu. Akşam yemeğimizi otelde yedik, daha önce yediğimiz Mısır yemeklerine göre hiç de fena değildi.
Ertesi gün sabah otelin kapısında bizi alacak görevliyi beklerken bize yaklaşan uzun boylu ve yakışıklı İtalyan genci, isimlerimizi söyleyince aldatılmadığımızı anladık. Bu genç, daha sonra bizim dalış rehberimiz olacak olan Massimo idi. Bu günkü dalış noktamız dünyanın en önemli su altı doğal parkı sayılan Ras Muhammed koyu. Dalış malzemelerimizi alıp, tekneye giderken güvenlik askerlerinin kontrolünden geçerek, park koruması için de ayrı bir ücret ödüyoruz. Yaklaşık iki saatlik hızlı bir deniz yolculuğunun ardından dalış noktasına varıyoruz. Massimo’nun verdiği kısa brifing ve hazırlıklarla birlikte Kızıldeniz’in muhteşem denizaltını keşfe başlıyoruz. İrili ufaklı pek çok deniz canlısıyla beraber renkli mercanları hafızamıza kaydediyoruz. İlk dalışın ardından öğle yemeğimiz İtalyanların tipik yemeği olan spagetti. Bize göre biraz diri pişen spagettinin yanındaki diğer yiyeceklerle karnımızı doyurduktan sonra ikinci dalışlar ve yine Ras Muhammed doğal parkının muhteşem canlılarıyla beraberiz. Akşamüstü otele dönüyoruz. 

Yemekten sonra Old Bazaar yani eski pazara gidiyoruz. İlk girdiğimiz dükkandaki satıcı genç, Samir, bize öyle yakın davrandı ki başka yere gitmemize gerek kalmadan tüm alışverişimizi orada tamamladık. Samir bizi koltuklara oturtup önce çay, ardından nargile ısmarladı. Hatta yemek bile söyleyecekti ancak biz zor tuttuk. Her tür ihtiyacımızı temin edebileceği konusunda bize garanti de verdi. Saatlerin farkına bile varmamıştık ama gece yarısını çoktan geçmişti. Samir’le hatıra fotoğrafı çektirip, kendisine de göndermek üzere adresini alıyoruz.
Ertesi gün batık dalışı yapmak için bizi yine otelimizden aldılar. İlk dalışa başlarken deniz kaplumbağası sanki bize hoş geldin der gibi karşıladı. Dalıştan önce batık gemideki alafranga tuvaletleri kullanabileceğimizi söylemişti Massimo fakat ihtiyaç hissetmedik. Bu arada dev bir Napolyon balığı da o bölgeyi kolaçan ediyordu. Öğle yemeği dünkünden çok farklı değil. İkinci dalışımızda akıntı o kadar güzeldi ki, hiçbir çaba sarf etmeden kendimizi akıntıya bırakarak kızıldenizin güzelliklerini seyrettik.
Akşam Naama Bay’daki gece hayatını yaşıyoruz. Bu bölgede genelde turistler olduğu için her şey onlara göre düzenlenmiş. Burada yaşayan Mısırlılar sadece çalışanlar. O yüzden ilgimizi çeken çok fazla şey yok.
Son günümüzde uçağa bineceğimiz için dalış yapmıyoruz. Ancak şnorkel yapabiliriz. Naama Bay’e yakın, kumsalı olan bir sahilden giriyoruz. Kumluk olduğu için denizaltı çok canlı değil fakat öğleye kadar burada oyalanıyoruz. Ardından otele yakın mercanlarla dolu sahilde son kez kızıldenize girerek, binbir renkteki balıklarla vedalaşıyoruz. Son akşam yemeğimizi Naama Bay’deki Safsafa restoranttaki muhteşem deniz ürünleriyle yapıyoruz. Zeytinyağlı ahtapot salata, ızgara karides ve balıklara doyum olmuyor. Akşam yemeğinin ardından Sharm El Sheyk’e veda ederek mutlu anılarla evimize dönüyoruz.

ZANZİBAR ADASI - TANZANYA



8.9.10
Zanzibar seyahatimizi 5 kişilik bir ekiple gerçekleştiriyoruz. Uganda’nın eski başkenti Entebbe üzerinden Dar’es selam yolculuğumuz yaklaşık 8 saat sürüyor. Buradan da 12 kişilik pırpır uçakla 20 dakika. Uçağa binişimiz  unuttuğumuz tropik iklimin habercisi, Küçük uçağımızın toprağa ayak basması ile farklı bir dünyaya gelişimizin iyice farkına varıyoruz. Otelimiz, adanın kuzeyindeki Nungwi bölgesinde bulunan Royal Zanzibar otel. Havaalanında bizi karşılayan minibüs 1 saatlik kara yolculuğuyla kalacağımız yere bırakıyor. Saat 14.15 gibi oteldeyiz. Öğle yemeği 14.30 da bittiği için bizi hemen açık büfe salonuna alıyorlar. Uzun yolculuğun ardından hepimiz kurt gibi acıkmışız ve nefis zanzibar yemeklerinin içine atlıyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra odamıza yerleşip, kendimizi Hint okyanusunun serin sularına bırakıyoruz. Akşama kadar turkuaz renkli deniz ve beyaz kumları olan sahilde vakit geçirdikten sonra, akşam yemeğini yine otelde yiyoruz. Otelin yemekleri çok  güzel. Özellikle deniz ürünlerinden karides ve ahtapotun salata ve ızgara çeşitlerine tatil boyunca doyuyoruz. Her yemeğin ardından yediğimiz tropikal meyveler, özellikle ananas olmazsa olmazlarımızdan.

Yemeğin ardından yürüyüş yapmak için sahile indiğimizde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Gel-git  sonucu deniz çekilmiş ve öğlen denize girdiğimiz, üstelik boyumuzu geçen yerler tamamen boşalmış, onlarca metre kumsal oluşmuş. Buradan yürüyerek Nungwi merkeze kadar gidiyoruz. Merkezdeki küçük dükkanları gezerek alış-veriş için alabileceğimiz eşyalara bakıyoruz. Daha sonra aynı yoldan geri dönerek cibinlikli yataklarımızda “acaba sinek, böcek ısırır mı” korkusu olmadan uyuyoruz.




 
9.9.10
Sabah otelde, Stone town’ı bütün gün gezmek üzere bir araç kiralamak istiyoruz. Günlük ücreti 100 dolarmış, kabul edip çıkıyoruz. 1 saat sürecek yolumuz üzerindeki kasabalarda yerel pazarın içinde değişik fotoğraflar çekiyoruz. Bu pazarda her şey var. Et, balık, sebze, meyve ve giyecekler. Halkı pek fazla turiste alışık olmadığı için ilk başta bizleri biraz yadırgıyorlar. Ancak daha sonra sık sık duyacağımız gibi “Hakuna Matata”  (yani problem yok) oluyor. Özellikle Müslüman olduğunuzu anlayınca daha içten davranıyorlar. Bunun için “selamün aleküm” demek yeterli.
Stone town’a ulaştıktan sonra ilk durağımız balık pazarı oluyor. Dikdörtgen şeklindeki uzun binanın içinde karşılıklı tezgahlar var. Tezgahların üzerinde türlü türlü okyanus balıkları, ahtapotlar hatta köpek balığı(yüzgeçleri kesilmiş halde) (çünkü köpekbalığı yüzgeçi çok büyük paralara afrodizyak olarak satılıyor) bile bulunuyor. Ancak fazla uzun kalamıyoruz. Çünkü kokular dayanılmaz. Balık pazarının hemen yanında aynı şekilde et pazarı var. Burada da aynı görüntü ve kokular nedeniyle gezintimiz kısa sürüyor. Et ve balık pazarı var da, tavuk pazarı olmaz mı! Tabii ki o da var ama biraz daha ilerde. Tavuk ister canlı, ister kesilip yenmeye hazır şekilde her türü mevcut. Kocaman sepetlerin içinde bir sürü tavuk, kesilmeye hazır şekilde bekliyorlar. Arka tarafta istenirse tavuklar kesilip, kazandaki sıcak suya batırılıp, tüyleri yolunuyor. Artık kokudan bahsetmiyorum bile, anladınız siz onu J.
Sebze ve meyve pazarı ise  yerlilerin alışveriş ettiği lokal Pazar”da  her türü bulmak mümkün. Ama burada fiyat sorduğumda bir turist olarak bana bile pahalı geliyor.Zanzibarda bir kişinin aç kalması pazarı gezince imkansız sanırım.(Tabi tok açın halinden anlamaz)  Adnan arkadaşımıza göre her yer(gözünün gördüğü yerler) yiyecek dolu. Çok bereketli toprakları var.Tabi insanlara sorunca her yer kavramı değişiyor.Çünkü baktığın yer değil sahip olduğun yer önemli.İnsanlar açlıktan ölüyor.
Gezerken insanlar bize biraz endişeli yaklaşıyorlar. Ne de olsa beyazız ya, yani Mzungu’(Swahili dilinde beyaz insan)ız. Siyah insanlar mzungulardan çok çekmişler. O yüzden hak vermemek de mümkün değil hani.
Stone town’ın dar sokaklarında gezerken evler ne kadar kötü de olsa kapılarının özenli ve ahşap oymacılığının yeteneklerini gösterecek derecede güzel olmaları dikkatimizi çekiyor. Bu sırada küçük bir dükkandaki tişörtler hoşumuza gidiyor ve içine dalıyoruz. Satıcı kadını Hintliye benzetip hemen “namaste” diyoruz İçerdeki kadın Hindistandan yıllar önce baskıdan kaçtığını,. Ancak kendisinin Müslüman olduğunu söylüyor.Gene Müslümanlığımızdan utanıyoruz. Ama çaktırmıyoruz.Bir sürü değişik tişört alıyoruz. Kadın hediye olarak İnanç ve bana kına veriyor..
Stone town kültür merkezi, limanın biraz ilerisinde denize karşı yerini almış.
Dr Livingstone nun evini ziyaret ediyoruz. Burası aynı zamanda turizm bürosu. 
Livingstone köleliği kaldırmak için uğraşmış bir İngiliz. (Güya) Ama onun adına turistler 5 dolara köle ediliyor.

Eskiden dispanser olarak kullanılıyormuş. Zanzibar’ın en dikkat çekici binası dört katlı ve şatafatlı balkonları olan bir bina. Sultanın danışmanı Hintli zengin tüccar Tharia Thopan tarafından yaptırılmış.İçinde şimdi değişik mağazalar ve turizm şirketleri var. Hatta bunlardan biriyle baharat turumuzu da ayarladık. Kişi başı 20 dolar. Bu binanın hemen karşısında Mercury’s restaurant yer alıyor. Freddie Mercury ya da gerçek adıyla Faruk Bulsara, buranın sahibiyle hemşeri, yani o da Zanzibar doğumlu. Bizim gittiğimiz dönem ramazan ayına denk geldiği için gündüz kapalıydı. Sahilde Mzingani caddesi boyunca biraz ilerleyince Saray müzesi (Palace Museum) karşınıza çıkıyor. 1800 li yıllarda sultanlığın resmi konutu olarak inşa edilen büyük beyaz binada sultanların çeşitli eşyaları, mobilyaları, sergileniyor. Haritalar, ticari antlaşmalar, portreler, saltanat tahtı sergilenen eşyalardan bazıları. Ertesi gün bayram olduğu için üst kata bir sürü sandalye yerleştirilmişti ve tören hazırlıkları yapılıyordu.
Sarayın biraz ilerisinde sultan Barghas tarafından yaptırılan harikalar evi (Beit el ajaib yani acayip ev) –house of wonders- var. Zamanında adadaki elektrik lambası ve asansör olan tek bina olduğu için bu isim verilmiş. Sadece kabuller ve törenlerde kullanılmak üzere yaptırılan bir binaymış. 4-5 katlı büyük beyaz bir bina.

Harikalar evinin karşısında Foradhani bahçesi var. Bahçe deyince büyük bir yer beklemeyin, burası ufak bir yeşil alan. Bahçenin biraz ileri ve karşısında eski hisar bulunuyor. Arap kalesi de deniyor. Fakat pek bir şey kalmamış. Sur diplerine yerleşmiş dükkanlarda hediyelik eşyalar var ancak pahalılar. İçerde cafe tarzı bir yer var. Burada oturup patates kızartması yiyoruz. Ardından baharat turumuza geçiyoruz. Tarçın, zencefil, vanilya, karanfil, karabiber gibi baharatların nasıl elde edildiklerini öğreniyoruz. Ayrıca Chanel No5 kokusunun orjinalini de gösteriyorlar. Bir meyvenin çekirdeklerinin etrafındaki tozları yüzlerini boyamak için ve ruj olarak kullanmaları da oldukça ilginçti. Turun sonuna doğru zenci bir çocuk
bir solukta Hindistan cevizi ağacına çıkarak bizim için meyve topluyor. İnerken söylediği “Jambo Jambo” şarkısı hepimizi neşelendiriyor. Daha sonra topladığı Hindistan cevizlerinin önce suyunu içiyor, ardından içini yiyoruz. En sonda değişik tropik meyveleri hem tanıtıp hem tadına bakmamızı sağlıyorlar. Maalesef çoğunun adını unuttum, ama tatları mükemmeldi. Tura veda ederken bize palmiye ağaçlarından yaptıkları şapka ve çantaları hediye ediyorlar. Tur boyunca bize eşlik eden Ömer, oruç tutuyormuş. Gezinin sonuna doğru akşam ezanı okundu ama hiç acele etmeden kibarca bizi gezdirmeye devam etti. Biz bundan rahatsız olduk aslında, ama güler yüzünü hiç bozmadı. Zanzibar halkının misafirperver olduklarını bir kez daha kanıtladı. Dönüş yolunda eve götürmek üzere karabiber aldık.
Akşam Foradhani bahçesinin yan tarafında sahil kenarındaki açık alan, yiyecek satıcıları ile doluyor. Seyyar satıcılar mangallarda pişirdikleri deniz ürünleri ile et, tavuk ve daha pek çok yiyeceği satıyorlar. Bunların çok ucuz olduğu söylenmişti fakat o kadar da ucuz bulmuyoruz. Tanesi 1 dolar olması gerekirken 15 dolar oluca ister istemez bir uzaklaşma oluyor..Ayrıca hijyen konusunda da tereddütlerimiz olduğu için sadece bakmakla yetiniyoruz.

10.9.2010
Sabah, zindan adası ve kum adası turumuzu yapmak üzere yola çıkıyoruz. Zanzibarın yöresel teknesi olan Dhow ile önce prison island(zindan adası)’ a gidiyoruz. Burası Changuu adası olarak biliniyor. Yapılma amacı hapishane olmasına rağmen bu şekilde hiç kullanılmamış. Önce köleler burada tutuluyormuş. Ancak daha sonra karantina altına alınması gereken hastalar için dispanser olarak kullanılmaya başlanmış. Son dönemde ise otel haline gelmiş ve şu anda da tadilat altındaymış. Adada dev kaplumbağaların üretimi yapılıyor. Yüzlerce kaplumbağa etrafınızda dolaşıyor. En yaşlısı 150 yaşındaydı. Taze otlarla kaplumbağaları besliyoruz. 


Sahilde renk renk kocaman denizyıldızları sıralanmış sanki bizleri bekliyorlar. Murat iki tanesini omuzlarına alıp kıdem atlıyor. Mehmet ise göğsüne koyarak “sheriff” oluyor. Dhow’umuz “marhaba” ile kum adasına doğru gidiyoruz. Pek çok tropik deniz canlısını bir arada görebildiğimiz şnorkelin ardından yerel mutfağın örneklerini sundukları açık büfe yemeğimizi yedik. Yemeğin ardından tropik meyveler özellikle ananas ve hindistancevizlerine doyamıyoruz. Çöpe atılacak olan hindistancevizi kabuklarını toplayıp eve götürmeye karar veriyoruz. Çalışanlar bu duruma şaşırıp gülüyorlar ama bizim için onların manevi değeri var. Adada dinlenirken tur ekibindeki Glory yanımıza gelip, sohbet ediyor. Bunda Murat’ın da etkisi var sanırım J. Glory gazetecilik okumak istiyormuş. Siyahi güzel kızın fotoğraflarını çekiyorum. E-mail adresini isteyerek, fotoğraflarını gönderebileceğimi söylüyorum, hemen veriyor. Zaman ilerledikçe gel-gitin etkisiyle sular yükseliyor ve neredeyse ada kaybolacak. Tüm malzemeler toparlanıp uzaklaşırken adanın da yavaş yavaş sular altında kalışını izliyoruz. 

Dönüş yolunda yelkenler açılıyor ve sanki süzülür gibi deniz üzerinde ilerliyoruz. Stone town’a ulaştığımızda şoföre, köle pazarına gitmek istediğimizi söylüyoruz. Şu anda Katolik kilise olarak kullanılan köle pazarı, gerçekten tüyler ürpertici. Yerin metrelerce altındaki zindanlarda zincire vurulan kölelerin çoğu ya hastalıktan ya da açlıktan ölüyorlarmış. Özellikle zor işlerde, kırbaçlanarak çalıştırılarak güç kazanması ve daha iyi paraya satılması istenirmiş. Kaldıkları yerlerde tuvalet ihtiyaçlarını ara boşluğa yaparak giderirlermiş ve deniz yükseldiği zaman bu pislikler denize giderek temizlenmesi sağlanırmış. Buradaki bekleme sürecinde başlayan eziyet, gemilere bindirilip Amerika kıtasında satılana kadar 




11.9.2010
Sabah, sahilde dolaşan ve sürekli tur satmaya çalışan yerli halktan biri olan Yahya ile anlaşıp,
öğleden sonra yunuslarla yüzmek ve Jozani ormanındaki Colobus maymunlarını görmek için sözleştik. Adanın en güney ucundaki Kizimkazi balıkçı köyüne 1 saatlik bir yolculukla ulaştığımızda sahilde bir sürü çocuğun denizde oynaştığını görünce biz de onlara katıldık. Bir müddet çocuklarla oynadıktan sonra küçük bir botla yunusların bulunduğu bölgeye açıldık. 

Bir müddet sonra etrafımızda oynaşan 10-15 şişe burunlu yunusla çevrildik. Hemen şnorkellerimizi ve maskelerimizi takıp yanlarına atladık. İlk karşılaşma gerçekten heyecan vericiydi. Yaklaşık  2 metre boyundaki gülümseyen yunuslar ne de olsa vahşi doğa hayvanları. Dipte sürü halinde çiftleşme törenleri yapıyorlar ve arada bir veya iki tanesi yüzeye doğru yaklaşıp bize bakıyor. Gözgöze gelince ürpermemek elde değil. Yarım saatten fazla gözledikten sonra mutlu ve yorgun şekilde kıyıya çıkıyoruz. Yolumuz adanın ortalarında bulunan Jozani milli parkı. 
Nesli tükenmekte olan ve dünyada sadece Zanzibar adasında yaşayan kızıl colobus maymunları ormanlık bir bölgede yaşıyorlar ve sadece tek bir ağacın yaprakları ile besleniyor. Çok da rahat hayvanlar. Yanlarına yaklaşmamızı umursamıyorlar. 1 saatten fazla bu enteresan canlıları gözledikten sonra akşam otelimize geri dönuyoruz.



12.9.2010
Son günümüzde su altını keşfetmek için dalış yapmaya karar veriyoruz. Dalış sektörü burada da dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi İtalyanların elinde ve fiyatları fixlemişler. Ama buraya kadar gelip dalış yapmak mecbur olduğundan pazarlık dahi etme şansı yok. Neyse deyip tek günlük bir dalış satın alıyoruz. Adanın kuzeyinde Nungwi bölgesinde dalış yapıyoruz. Su altı muhteşem güzellikte el değmemiş mercanlar ve irili ufaklı balıklarla kaynıyor. Sabah ve öğleden sonra iki dalış yaparak bu eşsiz güzelliklerin tadını da çıkardıktan sonra akşam oteldeki eğlenceye katılıp ertesi gün Zanzibar maceramızı tatlı bir  anı olarak geride bırakıyoruz.